Dışarıda yağan damla damla yağmuru izleyerek uykuya dalmaya düşünüyordu bu soğuk ve yalnız gecede. Büyük ve eski evinin odasındaki dev penceresinden dışarıya bakmaya başladı. Pencereyi açmasa da dışarısının ne kadar soğuk olduğunu öğrenmişti bugün alışverişe gittiğinde. Tekrardan bu soğuk ve berbat deneyimi yaşamak istemezcesine battaniyesini aldı pencerenin hemen yanında duran yatağının üstünden ve sarındı. Her zaman olduğunu gibi yine babasını düşünüyordu bu gecede evin karşısındaki büyük ve korkunç ağaçlarla dolu ormanı izleyip. Belki de bu yüzden nefret ediyordu bu evden. O’nu hayata bağlayan babasını aldığı için değil korkunç olduğunu içindi beklide. “Yalan bunlar. Kendimi kandırıyorum sadece. Seni özlüyorum baba. Sadece seni…” Diye kendi kendine konuşurken içeriye evin yaşlı hizmetçisi girdi. O berbat soğuk bakışlarıyla Xaviér’e baktı pis pis. Yavaş adımlarla odanın gıcırdayan tahta parkelerinde yürümeye başladı o kocaman ayaklarıyla. Gittikçe yaklaşıyordu, yaklaştıkça da korkuyordu Xaviér. Bir yandan dışarıda esen rüzgarın, pencerenin camını sıyırırken çıkarttığı o korkunç ses bir yandan da karşısında Dünya’nın en kötü kadını olması korkutuyordu. Bir elini her korktuğunda yaptığı gibi ağzına götürmüştü ve tırnaklarını yiyordu. Artık o eski masum ve sevinç dolu çocuk yoktu hayatta. Babasının ölümüyle her şey son bulmuştu. Bundan sonra ne kimseye değer verecek ne de o küçücük kalbi eskisi gibi hayat dolu atacaktı. Annesini zaten hiç tanımamıştı. Babasının deyişi ile o çoktan ölmüştü. “Belki de aynı yere gitmişlerdir.” Diye düşünüyordu daha küçükken. Ama şimdi anlamıştı her şeyi annesi, babasının hatırlamak istemediği bir anıydı. Bu yüzden annesini sevmiyordu ve hiç sevmemişti zaten. Hizmetçi yaklaşıp “ Kapa çeneni seni kahrolası velet.” Diye bağırınca Xaviér orkarak dizlerinin geriye çekip topladı ve kollarıyla dizlerini sardı. İçinden “Korkuyorum baba, hem de çok. Neden beni bıraktın?” diyordu. Gözleri
nemlenmişti yine ağlamak üzere gibiydi. Neyse ki yaşlı hizmetçi odasından çıkmıştı ağır adımlarla. Bu gece sadece bağırmıştı bu yüzden iyi bir gece olarak görebilirdi. Genelde dövmediği her geceyi iyi olarak tanımlıyordu zaten. Yavaşça oturduğu yerden kalktı ve yatağının hemen yanında duran gitarını aldı eline. Şöyle bir baktı ve üstündeki tozu sildi. Tekrardan pencerenin önüne gelip babasının öğrettiği kadarı ile çalmaya çalıştı tozundan yeni kurtulmuş akortsuz o eski gitarı. Birkaç şey hatırlıyordu, en azından babasının öğrettiği o en sevdiği şarkıyı. Yavaşça perdelerin üstüne bastı küçük parmaklarıyla gitarda ve tellere yavaşça değdirdi sağ elini ve çalmaya başladı yavaştan gitarı. “One love
One blood
One life
You got to do what you should
One life
With each other
Sisters
Brothers
One life
But we're not the same
We get to
Carry each other
Carry each other
“
Sadece bu sözlerini hatırlayabilmişti şarkının. Bu bile yetmişti gözlerinin tekrardan dolmasına.
Dışarıda yağan yağmur biraz daha hafiflemişti. Aklına bir şey gelmişti beklide dışarıda yürümek iyi olabilirdi bu saatte tek başına. Belki de şansı yaver gider ve o küçük artık değeri olmayan bedeni sonsuzluğa yani babasının yanına ulaşabilirdi. Paltosunu almak için odasındaki eski gardırobu açtı ve eşofmanları ile yağmurluğunu aldı ardından kapattı kapısını gardırobun. Kıyafetleri hemen giydi ve yağmurluğunu koluna alıp yavaşça odasının kapısını açtı ve korkulu bir şekilde kafasını uzattı koridora baktı. Etrafta kimsecikler yoktu. Hemen odasından çıktı ve eskimiş tahta parkeler üzerinde yürümeye başladı evin eski gıcırdayan merdivenlerine doğru. Tüm bedeni buz kesmişti ve titriyordu
çünkü yakalanma korkusu vardı içinde. Eğer yakalanırsa dayak yiyecekti ve yalnız kalacaktı yine. Bu şekilde kafasını dağıtıp etrafta dolaşacaktı ve beklide babasının yanına gidecekte gecenin sonunda da gözlerini bu Dünya’ya yumup… Evet, o eski merdivenlerden de inmişti çok fazla ses çıkarmadan. Hemen kapıya doğru yöneldi ve büyük kilidi açtı. Ardından büyük kilidin altında duran iki minik kilidi de açtı ve kapıyı araladı. Kapıyı aralar aralamaz suratına buz gibi bir hava vurdu. Suratı donacakmış gibi hissetti o buz gibi soğuğu hissedince. Hemen yağmurluğunun cebinde duran beresini aldı ve kafasına taktı. Ardından yağmurluğun kolunun içine tıkılmış kırmızı, yün atkısını aldı ve boynuna doladı hemen. Yağmurluğu da yavaşça giydikten sonra artık hazırdı o ıslak ve soğuk havayla yüz yüze gelmeye. Kapıyı açtı bir anda ve zorda olsa dışarıya çıktı. Dışarı çıktığında anlamıştı sadece yağmur yağmıyordu çok kuvvetli bir rüzgarda vardı ve bu rüzgar Xaviér’in ayaklarını yerden kesiyordu resmen. Ufak ve zayıf bir çocuk olduğu için çok rahat kaldırılıyordu zaten arkadaşları tarafından da. Ama bu rüzgar resmen uçuracak gibiydi. Zar zor yürüyordu yağmurdan sırılsıklam olmuş kaldırımlarda. Bir an durdu ve kafasını gökyüzüne kaldırdı. ”Babam için gözyaşı döküyor gökyüzü bile.” Dedi ve küçük bir gülümseme yerleştirdi suratına. Gözleri dolmuştu ve yanaklarından yaşlar dökülüyordu. Yağmur damlaları ile karışmış göz yaşları tane tane yere iniyordu suratından ama indikçe azalmıyordu bu yaşlar. Hatta gittikçe artıyordu bile üzüntüsü ve göz yaşları. Gözyaşlarını sildi eline ve kendine gelmeye çalıştı. Bu soğuk rügarlı havada bunu yapmak pek zor değildi esasında bu yüzden hemen kendine geldi ve evin karşısındaki karanlık ormana girdi kimseye haber vermeden. Karşısına neler çıkacak bilmiyordu ama mutluydu çünkü babasının yanına gitme olasılığı artacaktı artık…