Linya Volante Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 15 Kayıt Tarihi : 27/05/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Linya Volante Cuma 27 Mayıs 2011, 15:49 | |
| Karakter adı: Linya Volante Irk: Vampir Özellikleriniz: Güzelliğine oldukça düşkün ve kendini beğenmiş biridir. Fazla zarif hareketleri vardır. Hatta o kadar zariftir ki bu sinir bozucu bir boyut almaya başlar. Tavırlarında yanında yaşadığı ailenin özellikleri görünür. İnsanların ona dokunmasından, eşyalarını karıştırmasından hoşlanmaz. Bilmişlik taslamayı seven bir yapısı vardır. Dışa karşı soğuk ve kibirli dursa da arkadaş çevresinde sevimli, cana yakın ve eğlenceli biri olarak bilinir. Kısaca özgeçmiş: Annesini ve babasini dogumundan iki ay sonra kayb eden Linya, 4 yasinda zengin ve soylu bir aile tarafindan evlatlik alinir. Talep ettiğiniz sınıf: IV. Sınıf Örnek RP:- Spoiler:
Melez Kampı’ndaki arenaya ilk ayak basışımdı. Arena’nın tozlu havası açıkçası ciğerlerimi yakıyordu. Buranın varlığından haberdardım. Yani düellolar burada yapılırdı. Vay canına! Gerçekten görkemli bir yerdi. Her zaman bir yere giderken nasıl giyineceğim konusunda tereddüt etmişimdir. Bu seferde öyle olmuştu. Bu yüzden üstümde siyah askılı bir bluz ve siyah esnek bir pantolon vardı. Ölüm gibi duruyordum arenada. Öyleydim de. Ölümdüm ben. Bu güne kadar ölümü getirmiştim karşıma çıkan canavarlara. Ellerimdeki siyah deri eldivenlere baktım. Gerçekten de seri katile benziyordum. Elimde gelmeden önce bahçeden arakladığım bir gül vardı. Kırmızı gülü minnetle koklarken, uzun zamandır çiçek koklamadığımı hatırladım. Savaş makinesi gibi geçiyordu hayatım. Melez Kampı’ndaki hayatım. Burada çok duracak mıydım? Amacıma ulaşana kadar evet. O zamana kadar da kanımın son damlasına kadar tanrılar için savaşacaktım.
Karşıma hangi canavarın geleceğini bilmiyordum. İşin kötüsü bu oyunda annemin parmağı vardı. Beni aşırı derecede zorlamamasını umuyordum. O zayıflıklarımı bilen (her nasıl öğrendiyse artık) nadir insanlardandı. Zayıflıklarımın bilinmesinden hoşlanmazdım. Genelde neşeli biriydim ki hüznümü saklamak için de neşemi kullanırdım. Zayıflıklarımdan haberdar çok az insan vardı. Lia, Amanda ve Arthur. Hepsi de en zayıf anlarımda yakalamıştı beni. Elimdeki gülü sıktığımı fark ettim. Yaprakları, kan damlaları gibi yere düşerken, içimdeki sıkıntıyı anlatacak kelimelere sahip değildim. Yine duygusala bağlamıştım. Birkaç dakika sonra ağlayabilirdim. Ne kadar duygusal olmuştum ben.
Kafamı hırçınca salladım. Dikkatimin dağılmasına izin vermeyecektim. En son dikkatim dağıldığında omzum çıkmıştı. Bu pek de iyi bir deneyim olmamıştı açıkçası. Elim oyunda çıkan omzuma gitti. İyileştirilmiştim. En azından bunu yapıyorlardı. Yani ne bileyim. Çıkık bir omuzla üç gün boyunca savaşmak falan. Çin işkencesi olurdu. Oyunlar bittiğinde Linya lime lime. Hatta çizgi filmlerdeki doğranan Tom gibi. Cık cık cık cık cık. Bin bir parçaya bölünebilirdim yerimde. Kendi kendime gülümsedim. Ölümümü bile komikleştirip alay edebiliyordum. Kendimi seviyordum. Her ne kadar kendini beğenmiş biri olsam da iyi bir kızdım. Çevremdekileri güldürmeyi, mutlu etmeyi severdim. Hayatı alaya alabilirdim.
Kendime geri döndüğüme göre oyun başlayabilirdi. Fakat karşımda hiçbir canavar yoktu. Arenanın ortasında saksı gibi duruyordum. Yakında elma verecektim. Hatta elmayı başıma koyup burada çekici bir pozisyonda bekleyecektim. Höh! Abarttım tamam. Kılıcımı elime aldım ve boş boş çevirmeye başladım. Arenanın seyirciler için olan kısımları bomboştu. Birileri orada beni izliyor olsaydı, kendimi sirklerdeki maymunlar gibi hissederdim. Ya da ortada dans eden ayılar gibi. Pekala, başka ayrıntılara takılsam iyi olurdu. Mesela bütün kapılar açıktı. Her taraftan üstüme aslan veya benzeri bir şey atlayabilirdi. Kapıları tek tek kontrol ediyordum. Hayır, hiçbir şey gelmiyordu. Ya da ben hissedemiyordum.
Sonunda önümdeki kapıda siyah bir gölge göründü. Neydi bu? İnsan mı?! Herkül’le kapışmamızı beklemiyorlardı değil mi? O adam beni un ufak ederdi. Gölgenin ardındaki bana yaklaşırken karşıma kimi dikebileceklerini düşünüyordum. Kampın en güçlü melezini mi dikeceklerdi karşıma? Eğitmenleri mi? Amanda kılıç eğitmeni ve iyi bir savaşçıydı. Onu mu getirmişlerdi? Hiç sanmıyordum. Diğer melezleri bu işe karıştıramazlardı. Gölge kaybolurken, yerini hafif buğday tenli, mavi gözlü, sarışın, uzun bir kız aldı. Bir dakika! Bu benim! Kıza doğru bilinçsiz bir iki adım attım. İnanamıyordum. Karşımda tıpa tıp aynım vardı. Tıp ve bilim ne zaman bu kadar yol kat etmişti? Hayır, hayır. Bu tanrıların işiydi.
Şimdi şu şöyle bir oyun olacaktı. Sevgili Linya. Kendini aşmazsan, bu yaratığı yok edemezsin. Tabii ki! Ben de kendini aşma uzmanıydım ya zaten! Şu an sirenlerin şarkısını tercih ederdim. Hayatımdaki en kötü güne hoş gelmiştim. Buradan sağlam çıkmam imkansızdı. Eğer karşımdaki kopya da benim gibiyse, kafam bile uçabilirdi. Kopyamın hemen önünde durdum. “Sen?” Evet. Tek diyebildiğim buydu. Diyecek söz yoktu işte. Kız bendi ben de o. Korkularımız, hayallerimiz, isteklerimiz aynıydı. Benim düşündüğümü düşünüyordu. O bendi. Ve bildiğim kadarıyla. Beni yenmenin bir taktiği yoktu. Ben yenilmezdim. Kendini beğenmişçe ve fazla iddialı olabilirdi. Yine de öyleydi. Kopyam bana karşı yenilmezdi. Ayrıca kusursuz tırnakları vardı. Gözlerim ellerime yöneldi. Benim tırnaklarım kısacık ve uçları tırtık tırtıktı. Onunkilerse uzun ve manikürlüydü! İşte bu beni öldürür. Tamam. Öldüm ben!
Kendimi toplamalıydım. Yapabileceğim tek şey buydu. Savaşmak ve dağılmamak. Her ne kadar gözlerimi kopyamın manikürlü ellerinden alamasam da bunu yapmalıydım. Makyajı olağan üstüydü. Gözlerini ortaya çıkarmıştı. Bir ara ben de denemeliydim. Saçlarına ne yapmıştı bu? Kahverengi mi yapmıştı? Cidden mi? Asla saçımı kahverengi yapmayacaktım. Hiç yakışmıyordu. Kılıcımı kıza doğrulttum. Harika! Benim hamle yapmamı bekliyordu. “Sen! Seni ben… Ah!” Sinirden kılıcımı ona doğru savurdum. Kafasını uçurabilirdim. Zavallı saçlarım. Onları nasıl boyatırdı! Kılıcım kızın yüzünü çizmişti. Açıkçası içim gitmişti. Zavallı yüzüm! Kopyamsa hazırlıksız yakalanmış gibiydi. Küçük bir kahkaha savurdum ve taktiğimi planlamaya başladım. İşin garip yanı ben ona saldırmadan o bana saldırmayacak gibiydi. Ya da ben öyle sanmıştım. Kılıcını hızla savurdu ve yüzümde aynı çiziği bıraktı. Ah! Cidden mi? Bunu ona ödetecektim. O güzel manikürlü tırnaklarını sökecek ve…
Bir hamle daha. Bundan zor kurtulmuştum. Lanet kopyam anlaşılan o kadar da salak değildi. Güçlerimiz denk olduğundan kıyasıya mücadele edecektik. Dövüşümüz daha çok dansı andırıyordu. Dönüyor, hamle yapıyor, geri çekiliyor, kılıçlarımızı tekrar savuruyorduk. Aslında ahenkli bile sayılırdı. Tüm hamlelerime karşılık veriyordu. Sanki ne yapacağımı önceden biliyordu. Yine de ben onun hamlelerini tahmin edemiyordum. Bu yüzden kollarımda ve omzumda kesikler vardı. Pekala. Sadece kılıçla olmayacaktı bu iş. Kırbacımı çıkardım ve havada şaklattım. Kırbaç alev alırken onu tekrar şaklattım ve kopyamın koluna doladım. Kopyam koluna değen alevler yüzünden küçük bir çığlık kopardı ve hızla beni kendine çekti. Hızla dengemi kaybettim ve duvara savruldum. Biraz tökezledikten sonra yeniden doğruldum. Öyle mi? Pekala!
Kırbacım tam yanıma düşmüştü. Ona uzanmak istesem de bu beni oldukça zorlayacaktı. Kafamı çevirdim ve kopyama baktım. Vay canına! Tüm ihtişamıyla karşımdaydı. Güneş ışıkları kafasının arkasından süzülürken, gerçekten bu kadar görkemli miydim merak ediyordum. Büyüleyiciydim. Saçlarımı saymazsak tabii. Kopyamın mavi gözleri kısıldı ve kılıcını tam olarak olduğum yere sapladı. Fakat beni ıskalamıştı. Yuvarlanıp kaçmayı başarmıştım o hamlesini yapmadan önce. Iska ıska kapuska! Küçük çocuklar gibi bağırasım gelmişti.
Bir an güneşten kopyamın yüzünü görememiştim. Güneş gözlerimi oyuyordu. Biraz daha kenara kayabilirsem. Evet, işte bu kadardı. Bu arada gerçekten saf bir kopyam vardı. Bana nasıl arkasını dönerdi? Bunu bir fırsat olarak görmeliydim. Lanet yaratık. Kılıcımı aldığım gibi hamlemi yaptım fakat tek adımda saldırımı savuşturdu. Yüzünü gördüğümde şoka girdim. Amanda? Bu gerçekten o muydu? Bu kopya nasıl saçma şeyler yapıyordu. Sapsarı saçları ve sert bakışlarıyla bana bakıyordu. Amanda o bakışları bir tek çok kızgın olduğunda atardı. Hızla üstüme koştu ve hamlesini yaptı. Hamleyi karşılamıştım fakat saldırmak istemiyordum. Ne olursa olsun Amanda’ya bunu yapamazdım.
Aklım eskilere gitmişti. Bir sonbahar akşamı. Yapraklar sararıp düşerken; doğa yeşil, sarı, turuncu ve kırmızının tonlarına boyanıyordu. Yine okul cezalarından birine kalmıştım. Babam gittikten sonra hırçın bir kız olmuştum. Bu da öğretmenlerimin başını ağrıtıyordu. Sonu gelmeyen kavgalarımdan biri daha. Sınıfımın en gıcık kızı bütün gün benimle uğraşmıştı. Kimseye bulaşmayacağıma söz vermeme rağmen bu kadarı fazlaydı. Kızı parka götürmüştüm ve sallandığımız metal halkalardan birine bacaklarından tutup asmıştım. Kız aklına gelen tüm küfürleri savururken bir de tokat atmıştım. [color:="SeaGreen"]“Seni aptal! Baban da bu yüzden kaçıp gitti. O senden kaçtı! Başka kız bulacak kendisine!”[/color] Sinirlenip onu ittim. Çaresiz bir şekilde sallanıyordu. Ben de keyifle izliyordum o halini. O sırada şans bu ya sınıf öğretmenimiz okul kapısından çıkmıştı. Kızın bağırmasıyla, sınıf öğretmenimizin bizim olduğumuz yöne bakması bir olmuştu. Kadının gözleri kocaman olmuştu. Elindeki kitapları atıp bize doğru koştu. Kızı yavaşça ve dikkatlice indirirken, kızın yüzündeki o alaycı ifade onu bir daha tartaklamama neden olabilirdi. Öğretmenimiz bayan Lefe hızla bana dönüp sert bir tokat atmıştı. Tokadının etkisiyle ben yere savrulurken kızın kıkırdamalarını duyuyordum. Üstüm başım çamur içinde kalmıştı ve kısa sarı saçlarım karma karışık olmuştu. O kadından nefret ediyordum! Kolumdan tuttuğu gibi beni müdürün odasına atmıştı.
İşte buradaydım. Müdürün odası. Son derece tanıdık olduğum yegane yer. Müdür karşımda yine mi sen bakışları atarken ben yüzsüzce onun yüzünü inceliyordum. Beyaz kısa saçları ve ince, çizgi gibi dudakları vardı. Karga gagasını andıran burnunun üstündeki gözlüğü hiç kullanmadığına yemin edebilirdim. Yüzünü buruşturdu ve konuşmaya başladı. “Linya Eva Iceshimmer. Biliyorum babanın gidişi seni çok üzdü. Fakat bu olayın üstünden üç yıl geçti. Anaokulundan beri (anaokulunu da burada okumuştum) arkadaşlarına oldukça saldırgan davranıyorsun…” Sinirime dokunmuştu. Lafını yarıda kesip cevap verdim. “Ama onlar beni kışkırtıyorlar!” Müdür sert bakışlarıyla beni yerin dibine geçirirken sözlerine kaldığı yerden devam etti. “Dinle kızım. Kendine çeki düzen vermelisin artık. İlkokuldasın! Bu ne demek biliyor musun? Büyüdün!” Gözlüğünü parmağıyla düzeltti ve birkaç kağıt karıştırmaya başladı. Yine bir ceza demek! Alışkındım ben. Neredeyse her gün cezaya kalıyordum. Yine de beni okuldan atmıyorlardı.
Müdürün odasında geçirdiğim yarım saat sonunda cezama karar verilmişti sanırım. Müdür bir form doldurmaya başladı ve durup bana baktı. Bu sefer cezamın o kadar da hafif olmadığını belirten gözleri sinirle kısılmıştı. Tanrım! Bu kadın benden nefret ediyordu. İçimden bildiğim (hiçbir duayı tam olarak ezberleyememiştim) duaları okuyordum. Yarım yurum olsalar da işe yarardı. Boynumda babamın bana verdiği son doğum günü hediyesi vardı. Müdür iç geçirdi ve kağıdı elime tutuşturdu. “Kamu cezası Linya. Yetimler yurduna gidip oradaki çocuklara arkadaşlık edeceksin!” Cidden mi? Tüm ceza bu muydu? Daha zor bir şey bekliyordum. Koca bir bina dolusu yetime arkadaşlık etmekte ne vardı ki? Süper havalı kot eteğim ve inekli t-shirtüm üstümde olmamasına rağmen onları etkileyebilirdim.
Müdür beni arabasına atıp yetimhaneye götürmüştü. Bir yandan da annemi arıyordu. “Evet bayan Iceshimmer. Tamam. Siz onu saat sekizde alırsınız.” Kapımı açtı ve arabadan inmemi bekledi. Mavi gözlerim kocaman açılmış, yetimhaneyi izliyordum. Büyük ve kasvetli bir yerdi. Hiç sevimli durmuyordu. Arabadan indim ve müdürün arkasına saklanarak yürümeye başladım. Korkmuştum. Böyle kötü bir cezayı hak etmemiştim. Özellikle de o kız beni kızdırdıktan sonra. O kızı bir daha dövecektim. Yetimhaneden içeri girmiştik. Müdür beni tek hamlede arkasından çıkardı ve görevlilere verdi. Ona ne kadar kötü bir müdür olduğunu söyleyecektim ki buna gerek olmadığını hatırladım. Veliler ona yeterince para veriyorsa o iyiydi. Görevlinin elini ürkekçe tuttum ve beni götürmesine izin verdim. Süt dökmüş kediye dönmüştüm bir anda. Yine de çocuklar sevimli olmalıydı. Belki yakışıklı çocuk bile bulurdum. Beni çocukların arasına bırakıp gittiler. Tanıştırılmayacak mıydım? Ah bu çok aşağılayıcıydı! Gittim ve boş bir yer seçtim. Oraya tam oturacakken bir el boynuma uzandı ve kolyemi tuttuğu gibi koparıp aldı. O babamın hediyesiydi. Buna izin veremezdim. “Ver onu hemen!” Çocuk bana dil çıkarıp koşmaya başladı. Ben de peşinden koşuyordum. Bir yandan da ona bağırıyordum. “Bırak onu seni… Seni salak çocuk!” Büyük bir laf etmiştim. Bunun için tanrı baba beni cezalandırır mıydı?
Bir süre koştuktan sonra sarışın bir kız çocuğu yakasından tuttu ve elindeki kolyemi aldı. Çocuğu küçük bir kağıt parçası gibi kenara fırlatırken bana doğru yürümeye başladı. Sanırım ayvayı yemiştim. Bu kız beni tek tokatta harcardı. “Şey acaba…” Bir şey dememe gerek kalmamıştı. Kolyeyi elime tutuşturdu ve diğer elimden tutup beni bir yere oturttu. Bu kızı sevmiştim. Ona sevimlice gülümserken onun da yüz ifadesinin değiştiğini fark ettim. Daha sıcak, daha sevimli olmuştu. Sevmiştim bu kızı. O da benim gibiydi belki de… Tekrar konuşmama fırsat bırakmadan konuşmaya başladı. “Adım Amanda. Buraya neden geldin bilmiyorum ama merak etme. Ben seni onlardan korurum. Unutma, her zaman yanındayım.”
Unutma, her zaman yanındayım. Amanda’nın sesi kulaklarımda tekrar çınlarken geçmişten sıyrılmayı başarmıştım. O her zaman benim yanımdaydı. Şimdi karşımdaki, sadece basit bir kopyaydı. Kopya kılıcını tekrar savururken hızla kenara çekildim ve kılıcımla saldırısını karşıladım. Bu kadar basit değildi işte. Basit olamazdı! Kılıcımı savurdum ve kopyanın kolunu derin sayılabilecek bir şekilde kestim. Kopya acıyla inlerken tekrar üstüme gelmeye başladı. İnanılmayacak bir şekilde güçlüydü. Beni duvara yapıştırdı ve kollarımı tuttu. Anlaşılan boynumu kopartacak ya da bağırsaklarımı deşecekti. Buna izin veremezdim. Dizimle onu kendimden uzaklaştırdım ve karnına tekmemi geçirdim. Kopya uzağa fırlarken hızla üstüne yürüdüm. O ahenkli savaşımız tekrar başlamıştı. Birbirimizi hissediyorduk sanki. Hiçbirimiz üstün gelemiyordu. Daha ne kadar sürecekti bu?
Kopya geri çekildi ve duvara yaslandı. Yüzü, saçları ve bedeni değişirken şimdi kim olacağını merak ediyordum. Annem mi? Lia mı? Stephan mı? Arthur mu? Kopya tam formuna dönüştüğünde ağzım bir karış açık kalmıştım. Karşımda üvey annemle beni baş başa bırakan öz babam vardı. Gözlerime dolan yaşlar inci taneleri gibi yanaklarıma düşerken, koşup ona sarılmak istiyordum. Kaç yıl olmuştu? On üç yıl… On üç koca yıldır babamı görmüyordum. Şimdiyse karşımdaydı. Hiç yaşlanmamıştı. Eskisi gibiydi. Sarı saçları altın gibi parlıyor, muhteşem gülümsemesi yüzüne yayılıyordu. “Baba?” sesim boğuk çıkmıştı. Koşup ona sarılmak istiyordum. Hıçkırarak ağlamaya başladığımda kılıcım elimden düşmüştü. Tüm savunmam yerle bir olmuştu. Şu an umurumda olan tek şey, yıllardır görmediğim babamdı. O yerinde sabit durup bana gülümserken, işkenceye daha fazla katlanamayıp ona koştum ve boynuna sarıldım. Ya da sarılamadım. Kılıcını hızla bacağıma sapladı ve beni bir çöp parçası gibi yere fırlattı. Acı bir çığlık attım ve yere düştüm. Hayır, bedenimdeki acı değildi bu çığlığın sebebi. Babam beni bıçaklamıştı. Öz babam…
O baban değil Linya! Bunu kendi kendime tekrarlarken ayağa kalkmış kopyanın kibirli gülüşüne bakıyordum. Bacağımın ne halde olduğu umurumda değildi. Büyük ihtimalle kılıç kasımı parçalamış ve kemiğin hemen bitişiğinde durup geri çıkmıştı. Pantolon siyah olduğundan kanı göstermese de yere düşen kan damlaları yaranın önemini gösteriyordu. Hızla kılıcımı aldım ve karşı saldırıya geçtim. Aslında ona zarar verebileceğim anlarda yapamıyordum. Kopya veya değil. Karşımdaki yıllardır görmediğim babamdı. Bir tek birlikte bir resmimiz kalmıştı geriye. O Resime sarılarak uyuduğum geceler ve onu öperek ağladığım günler olmuştu. Hiçbir arkadaşımla, annemle, kimseyle konuşamazken onun resmini karşıma koyup, içimi dökmüştüm ona. Geceleri rüyalarımı süslemişti küçükken beni parka götürdüğü zamanlar. Mutlu bir aile olduğumuz zamanlar gelmişti aklıma. Onu ne kadar çok sevdiğim gelmişti. Ve şimdi o karşımdaydı işte. Kanlı canlı karşımdaydı. Tek fark, beni öldürmek istemesiydi.
Kopya kılıç darbesiyle beni dizlerimin üstüne düşürdü ve kılıcıyla beni öldürmeye çalıştı. Reflekslerim hemen yanıt vermişti ve kılıcımla onu durdurmuştum. İkimizin de kılıçları benim tam üstümde çapraz bir halde duruyordu. O beni düşürmek içi daha çok yüklendiğinde kılıcımı indirmedim. Fakat ağlıyordum. Küçüklüğümdeki gibi. Şiddetli ve saf bir şekilde ağlıyordum. Bu bana yapılan en büyük işkenceydi. “Pes ediyorum! Duydun mu? Pes ediyorum!”
Daha dört yaşındaydım. Hayatımda hiçbir şeyi tam olarak bilmesem de benim için en değerli olan şeyi kaybetmiştim neredeyse. Babam gitmişti. Gitmişti ve beni yalnız, küçücük dünyama terk etmişti.
Babamın bana verdiği melekli kolyeyi takmıştım. Dün doğum günümdü ve ben artık dört yaşındaydım. Kocaman bir kız olmuştum ben. Yine de babamla parkta oynamayı seviyordum. Hopluyor, zıplıyor, koşuyordum. En sevdiğim kısımsa saklambaçtı. Babamla sık sık saklambaç oynardık. Bazen uzun süre saklandığı yerden çıkmazdı. Ben de çimlere oturur çıkmasını beklerdim. Beklerken de ağlardım. Bana dayanamaz ve çıkardı saklandığı yerden. Yine o günlerden biriydi. Saklanma sırası babamdaydı. “Şen şaykan tamam mı?” Beşe kadar saymasını öğrenmiştim. Hayatımda en çok işime yarayan da bu olmuştu. Oyun oynamamı kolaylaştırıyordu. Yavaş yavaş beşe kadar saydım ve gözlerimi açtım. Kocaman bitkilerin ve ağaçların arasından dolanıp babamı arıyordum. Her zaman saklandığı yerlerde değildi. Acaba yeni bir yer mi bulmuştu kendine? Kafamı çevirdim ve bir ağacın arkasında gördüm onu. Mavi gözleri düşünceliydi. Eliyle sarı saçlarını karıştırıyordu. Yakalandığını anladığı için üzülmüş olmalıydı. Pamuk şekerimin yarısını ona vererek gönlünü alabilirdim elbette. Koşarak saydığım yere gittim ve direğe vurarak sobe dedim. Artık onun da gelmesi gerekiyordu. Acaba çok mu üzülmüştü? Küsmüş müydü bana? Çimlere oturdum ve her zamanki gibi beklemeye başladım. Eve gitme zamanımız geldiğinde gelecekti yanıma.
Aradan kaç saat geçti bilmiyordum. Fakat hava kararmak üzereydi. Gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olmuşsa da hala ağlıyordum. Bir yandan da dediklerimi tekrarlıyordum. “Özüy dileyim baba. Dön, ütfen dön. Peş ediyoyum! Peş ediyoyum, lütfen çık aytık. Sös pamuk şekeyimin yayısını da veyicem sana.” Başıma gelen herkesi savuşturuyordum. Etraftaki insanlar bana acıyan gözlerle bakarken kimseyi umursamıyordum. Ben babamı istiyordum. Sadece babamı! Beni burada bırakıp hala saklanan babamı. Oyun bitti dediğimi duymayıp, yerinden çıkmayan babamı. Bana yaklaşan bir çift ayak sesi duydum. Küçük birine ait oldukları belliydi. Küçük bir oğlan çocuğu yavaşça yanıma geldi ve oturdu. Bana mendil uzattığında yüzüne baktım ve uzattığı mendili aldım. Ben yüzümü silerken, o konuşmaya başladı. “Bak, pes eden her zaman kaybeder. Bence baban evde. Hem evde değilse bile, annenle gelip ararsınız tekrar onu. Unutma. Pes edenler asla başaramazlar.” Yaşına göre oldukça olgun konuşmuştu. Benim yaşlarımda olduğu açıktı ama kelimeleri tam olarak söyleyebiliyordu. Sözleri mantıklıydı. Eve gitme vaktim çoktan gelmişti ve annem büyük ihtimalle beni merak ediyordu. “Bu arada ben Arthur.” Gülümseyerek elini uzattı. Vay canına! İlk defa bir erkekle el sıkışacaktım. Ağlamaktan boğuklaşmış sesime rağmen cevap verdim. “Linya.” Çocuğun elini sıktım. Çocuk gülümseyerek beni ayağa kaldırdı ve evime doğru ilerlemeye başladık. Ama haklıydı. Pes edenler asla kazanamazdı.
Kılıcı tutmakta zorlanıyordum artık. Yine de Arthur haklıydı. Pes edemezdim. Pes edenler asla kazanamazdı. Kim bilir ne kadar zamandır öyle duruyorduk ve ben delicesine ağlıyordum. Kılıcımı hızla çektim ve kalbine sapladım. Sanırım bu hamleyi beklemiyordu. Babamı bıçaklamamı beklemiyordu. Yine de o benim babam değildi. O sadece bir kopyaydı. Kopya yere düşerken her şeyi unutup kılıcımı yere attım ve ona doğru emekledim. Gözyaşlarım daha da artmıştı. Deliler gibi ağlıyor ve hıçkırıyordum. Babamın kopyasının cansız bedenini kucağıma aldım ve onu öpmeye başladım. “Özür dilerim baba. Gerçekten, özür dilerim. Söz veriyorum pamuk şekerimin hepsini sana vereceğim.” Kafamı kollarımdaki cansız bedene gömdüm ve deliler gibi ağlamaya başladım. Kazanmıştım, evet. Ama içimden bir parçamı da kaybetmiştim.
| |
|
Victoria Morgenstern Çember
Lakap : Vicky Nerden : Alacante Mesaj Sayısı : 844 Kayıt Tarihi : 13/07/10
Karakter Detayı Statü: Üye Uyarı: 0/0
| Konu: Geri: Linya Volante Cuma 27 Mayıs 2011, 16:21 | |
| Yıldız seviyeniz: **** Rütbeniz veriliyor | |
|