Adriana Sorcha Kuran Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 145 Kayıt Tarihi : 05/09/10
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Prensesin kabusu Paz 05 Eyl. 2010, 00:20 | |
| Vücuduna dolanmış çarşafını yere fırlatırken gözlerini aralamaya çalışıyordu. Sabahın beşinde yattığına lanet okuyordu şimdi, aynaya baktığında buz mavisi gözlerinin altında gözaltı torbalarının olacağından adı gibi emindi. Aslında ARTIK imkânsızdı. Çünkü safkan güçleri ona erişilmez güzelliğini tekrar bahşetmişti. Kendini zorlayarak yatağında doğrulduğunda güneşin daha batmamış olduğunu görünce burnunu kırıştırdı. Bu artık onun için monoton bir sahneydi, son günlerde tam bir uyuma özürlüydü. Yatağının ucuna iliştirdiği sabahlığını üzerine geçirdi. Sandığının yarısını çıkardıktan sonra tarağını buldu. Birbirine karışmış kömür rengi saçlarını tarayıp düzgün bir pozisyona soktuktan sonra tarağı tekrar sandığa yerleştirdi. Gözlerini kısarak pencereye yöneldi. Kırmızı renkteki güneşliğini hafifçe kaldırıp dışarı baktı. Odası muazzam bir yerdeydi. Hem Ay Yatakhanesi’ni hem de Güneş Yatakhanesi’ni görüyordu. Gece sınıfının eşsiz öğrencilerinin hepsi derin bir uykudaydı. Ama insanoğulları yeni yeni bir koşuşturmaya başlamıştı. Gözlerini derin bir iç çekişle kapattı. Burada olmayı hak etmiyordu. Belki de hiçbir şey hak etmiyordu. Yaşamamalıydı. Bundan üç yüz yıl önce arkadaşlarıyla yani Redblood soylularıyla beraber ölmeliydi. Şimdi, Sorcha diye geçinen ve bu bedeni yöneten kişi üç yüz yıl önceki prensesten çok ama çok farklıydı. Öyle ki idealleri bile farklıyken nasıl olurda Sorcha’yım diyebiliyordu? İdealler… Tek ideali ona yeniden acılar bahşeden bu akademinin yıkılmasıydı. Yerle bir olmasıydı. Ve olacaktı. Belki eski Sorcha’dan çok uzak bir kişiydi ancak eski Sorcha’nın en büyük huyunu taşıyordu. Kararlılık… O da biliyordu ki; arkadaşları öldüğü için kendisini kuleye kapatan Prenses vampir tarihinin en kanlı sayfalarına arkadaşlarıyla beraber gömülmüştü. Geriye duygusuz ve dediğim dedik bir safkan kalmıştı. Aynı bedeni taşıyan ama çok farklı ilkeleri olan iki ayrı kişilikti, önceki haliyle. Güneş hastalıklı bir çocuk gibi parlamaya devam ettiği ve batmaya da henüz hiç niyeti olmadığı için yatağa girmeye karar verdi. Ama nasıl uyuyacağı konusunda en ufak bir fikre sahip değildi. En azından kahrolası güneşten uzak olacaktı. Perdeyi kapadı. Gözleri bir anda rahatlamıştı.
Yatağa girmek konusunda her ne kadar istekli olsa da uyuyamayacağını bilmek moralini bozuyordu. Ama yinede sabahlığını çıkarıp başının ucundaki komilinin üzerine yerleştirdi. Yatağına girmeden önce ayakucuna iteklediği kırmızı, beyaz ve siyah renklerinden oluşan; kalınlı inceli çizgilerle süslenmiş yatak örtüsünü adam gibi katlayıp yerine koydu. Ardından daha fazla oyalanamayacağını anlayarak yatağa uzandı. Bir süre yatağın üzerindeki tüle öylesine baktı ve yavaş yavaş uykunun galip geldiğini anladı, gözlerini kapadı.
Rüyasında tuhaf ama tanıdık bir yerde ilerliyordu. Her adımını kendinden emin bir şekilde atıyordu. Kulak tırmalayacak kadar tiz bir ses duydu. Ardından büyük iri bir kuzgun görüldü kızıl gökyüzünde. Kızıl gökyüzü mü? Sorcha’nın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Eğer biraz daha açsa gözleri deliklerinden fırlayabilirdi. Kızıl gökyüzü, iri kuzgunlar diye düşündü. Burayı nereden hatırlıyordu? İçinden bir ürperti geçti. Ardından yine sanki hep yapıyormuş gibi kuzgunu eldivenli eline yöneltti. Siyah dar bir pantalon, siyah uzun bir çizme, siyah ve kırmızı renklerinden karıştırılarak yapılmış bir gömlek; dizlerinin biraz altında biten sırtında yuvarlak bir şekil almış siyah kuzgun ablemi olduğuna hiç süphe olmayan bir pelerin giyiyordu. Kuzgun tereddüt etmeden kendisine uzatılan ele kondu. Siyah tüyleri oldukça parlaktı. Bu onu bir şekilde çok güzel yapmıştı. Siyah gözlerini Sorcha’nın gözlerine odakladı. Canlılık kırıntısı yoktu. Ama mavi bir çekim vardı. Birden kendisini onun hatıralarına akarken buldu. Bir yere tependen bakıyordu. İçeride Dragon, Kyra ve Usagi vardı. Bir masanın etrafında balmumundan yapılmış ve her biri on Level E’yi temsil eden heykelciklerle planı gözden geçiriyorlardı. Renesmee görünürlerde yoktu. Sorcha içinden ‘Umarım da olmaz!’ diye düşündü. Sonra son kelimesi aklında yankılandı. Olmaması… Tek o sağ kalacaktı. Hepsi öyle ya da böyle ölecekti. Sorcha için. Kendisi için. Buna dayanamazdı. Bunu tekrar yaşayamazdı. En son yaşadığında ruhu parçalanmıştı. Dostları ölemezdi. Bir an önce uyanmalıydı. Bu lanet rüyaları tekrar görmeye başlamaması gerekiyordu. ‘Hayır!’ diye haykırdı. Haykırışı içtendi. Sonra bir ses yankılandı. Ses, sanki uzun ve boş bir koridordan gelir gibiydi.
‘Evet, prenses! Sevdiğin herkes ölecek!’
İşte beklenen kişi, sesi tanıyordu. Çırpınmayı bıraktı. Çünkü Deamon’du. Onun gücü Kader’di. Çatlak bir safkandı. Ve aklını Sorcha ile bozmuştu. Sorcha onu reddedince egosuna yedirememiş ve sürekli onla uğraşmaya başlamıştı. Başkalarının kaderleriyle oynayabiliyordu. Ama neden savaş zamanına götürmüştü? Mantıklı değildi. Çünkü o asla Sorcha’yı öldürmek istemezdi. Sadece başına bela açardı. Oraya buraya kader kapıları koyardı. Sorcha’da onları kapatmak için içine dalardı. Ama şimdi farklıydı. Çünkü Sorcha bir kez ölümle burun buruna gelmişti o da; üç yüz yıl önceki savaşta. Düşünmemeliydi. Evet düşünmeyecekti. Çünkü Deamon onu öldürmezdi, değil mi? Deamon tek omzuna tutturulmuş beyaz bir pelerin; buz mavisi, yakasında ve kollarında danteller olan bir gömlek; beyaz dar bir pantolon ve dize kadar uzanan bir çizmeyle üç silahşorlar zamanından kalma bir tavır sergileyerek Sorcha’ya yaklaştı. Her zamanki hareketinden birisini yaparak ellerini saçları arasına geçirdi. Beyaz ve inatçı saçlarını arasına…
‘Ah. Sorcha hadi ama şimdiye kadar boğazıma atlamıştın. Ya da ne bileyim beni tehdit etmeye başlamıştın, yanılıyor muyum?’
Sorcha bir şey söylemedi. Düşünüyordu. Az önce düşünmemeliyim mi, diye geçirmişti. Ahh, hayır! Düşünmeden hareket edemezdi. Güçleri halen zayıftı. Ve bir kader safkanına karşı gelmek zekice değildi. Yüzyıllar önce bunu anlamıştı. Soğukkanlılığını yitirmeden ‘Boş tehditler savurmayı sevmem lordum. Beni bilirsiniz; tehdit edersem o benim için onur sözüdür. Yapmadan bırakmam.’ Dedi. Bir bakıma öyleydi. Çünkü iyi bir tehdit asılsız kalınca tam bir hayal kırıklığı yaratırdı. Bu yüzden hasmına söylenen sözler onurdu. Kollarını birbirine kenetledi. Bekliyordu. Deamon’un ne istediğini söylemesini bekliyordu. Söyleyecek miydi? Biraz sinir ettikten sonra evet, söyleyecekti. Derin bir iç çekti. Gözlerini kapadı. Bir şekilde sabırsız olduğunu belirtiyordu. Deomon harika bir kahkaha attı. Üç yüz yıldır, safkanlarla karşılaşmıştı ama kimse onun gibi gülemiyordu.
‘Kahkaha atmak için alıştırma falan mı yapıyorsun? Öyleyse fazla uğraşma çünkü bir kahkaha için sana tanıdığım kimse bakmaz…’
Yaptığı iğneleme Deamon’un yüzündeki gülümsemeyi sökmüştü. Boş bir ifade kalmıştı. Ölü kadar boş ve anlamsız bir ifade... Ayrıca sinirlenmişti. Güzel… Sorcha eğer oyun oynayacaklarsa biraz eğlenmenin hakkı olduğunu düşünüyordu. Deamon’un iğnelemeye cevabı gecikmedi. ‘Bakmasını istediğim kişi şu an karşımda. Ve sinir bozucu bir şekilde beni üç yüz yıldır reddediyor. Ama biliyor musun, artık bir şeyler değişecek çünkü gücümün bazı sırlarını keşfettim. Ölen bir vampirin bile kaderini değiştirebiliyorum. Değiştirmek biraz zor ve yorucu ama konu sen olunca hiçbir şey kolay ve acısız olmuyor zaten.’ Kaderi değiştirmek… Diğer dostlarının geri gelmesi… Sorcha’nın ilk ve yegâne zayıf noktası buydu. Geçmişindeki onun hataları yüzünden olan ölümler… Ona güvenen onca insanı kurtarma ihtimali var mıydı? Eğer yüzde bir de olsa yapardı. Deamon Sorcha’yı zayıf noktasından vurmuştu. Akıl hocasının söylediği sözler canlandı. ‘Her yere yetişemezdin. Dragon sayende kurtuldu. Her yerde olamazsın. Unutma sende bir ölümlüsün.’ Sözleri aklından kovmak istiyordu. Deamon’a inanmak istiyordu. Bir kez olsun haklı olmasını yürekten diliyordu. Dişleri arasından ‘Eğer saçmalıyorsan ant içerim seni öldürürüm. Kendi ellerimle öldürürüm. Kalbini söker ve sarayının kapısına kazıklarım. Bunu yaparım Deamon. Sözüme güven…’ dedi. Sözlerinde çaresizlik vardı ama yapardı. Etrafını gözden geçirdi. Neredeydi? Kuzgun kralı neredeydi? Siyah bir yerdeydi. Bir şey görünmüyordu. Yaşama dair hiçbir şey yoktu. Aslında Deamon ve Sorcha haricinde hiçbir şey yoktu. Onlarda beyaz bir ışıkla parlıyorlardı. Deamon gösterişsiz iş yapmazdı. Düşüncelerini bölen Deamon’un kazandığından emin olan kibirli sesi oldu ‘İnanmıyor musun? Pekala, istersen tarihle biraz oynayabilirim. Sırf senin için gelinim...’ Ağzını açtı tam bana öyle deme diyecekken Deamon’un hareketi sözü bıçak gibi kesti. Kolu zarif ve abartılı bir yavaşlıkta açıldı. Yine mavi bir ışık onu içeri çekti. Tepeden baktığı yer kraliçenin odasıydı. Tek bakışta anlamıştı, annesinin odasını. Bir şömine vardı. Şöminenin tepesinin bittiği yerde iki kuzgun başı vardı. Gizli geçitti. Ani bir saldırıya karşı kraliçeyi kaçırabilmek için. Oda düzgün bir çokgen biçimindeydi. Her kenarın başına birer meşale yerleştirilmişti. Tavanında ise bulutsuz bir gece tasvir edilmişti. Ayrıca yatakta biricik annesi yatıyordu. Zamanı çok iyi hatırlıyordu Nyx onu zehirlemişti. Annesine o gün yemekten önce havadan sudan bir mesele yüzünden dargındı. Başında da kraliyet şifacısı duruyordu. Terlerini siliyorken donmuştu. Evet, donmuştu. Yüksek teknolojiyle çekilmiş bir fotoğraf gibiydi. Hayat yoktu. Kalbine bir acı saplandı. Annesinin ölümünden bir gün önceydi. Gidip onu ne kadar sevdiğini söylemesi gerekirken o hariç herkes o anda odadaydı. Yaklaşmaya çalıştı, olmadı. Onu öpmeli, af dilemeliydi. Ama kıpırdayamıyordu. Gözlerinden sel gibi yaşlar boşaldı. Çaresiz olmak istemiyordu... Sonra Deamon sesli bir biçimde öksürdü. ‘Evet prenses. Yeri ve zamanı hatırlıyorsun. Ama üzerinden geçelim. Kan Kraliçesi Menthe’nin ölümünden bir gün önce Paris. Şimdi sözlerime dikkat vermeni istiyorum. Annen bir tavuk ve taze bir otu birlikte yediği için zehirlendi. Eğer panzehir bulunamasaydı, sukikastten bir gün önce ölürdü. Şimdi zamanı biraz ileri saralım.’ Bu sözleri söyledikten sonra her şey bir filmi hızlandırmışçasına olup verdi. Saatler saniyeler içinde yaşanmıştı. Sonra yine durdu. Deamon ‘Şimdi şifacı burada ne olduğunu anlayacak. Ama ben anlamamasını sağlıyorum.’ Dedi. Ve hayat akmaya başladı.
‘Belirtileri aşırı ateş, sürekli öksürme ve bir şey yiyememe... Söyler misiniz kraliçe dün yemekte ne yedi?’
Şifacı görevini yapıyordu. Zeki bir adamdı. İşinin hakkını veriyordu. Deamon kızlardan birine müdahale etti. Yani gidip boynuna doğru anlaşılmayan bir şeyler fısıldadı. Bunlar kraliçenin yardımcılarıydı. ‘Tavuk, efendim. Ama yediği yemekten tattılar onlara bir şey olmadı.’ Şifacı tam bir şey söyleyecekken dondu. Deamon güldü. Bu sefer sadece sinir bozmak amaçla yapmıştı. ‘Gördüğün üzere kız müdahalemle yalan söyledi. Ve bu annenin bir gün önce ölmesine neden olacak. Kurtulamayacak…’ dedi. Sonra o mavi ışık yine Sorcha’yı eski karanlık yere bıraktı. Sorcha öfkeyle ‘Seni alçak. Ölümüne ben sebep olacağım. Adi herif… Seni… Seni… Güçlerin bile kurtaramayacak pislik…’ dedi. Annesinin ölümü bütün şuurunu elinden almıştı. Düşünemiyordu. Deamon kahkaha attı. ‘Boş tehditler gelinim. Ben Tanrıyım ve bunu sana ispatladım. Aslında bu kolay bir şeydi. Zaten kraliçe müdahale etmesem de ölecekti. Ben sadece zamanı değiştirdim. Ama dostların için durum farklı eğer ben müdahale edersem çok uzun süre yaşayacaklar ve bunda seninde payın olacak. Ayrıca acı bir ihtimal ölebilirsinde… Bilirsin beni, çıkarım olmadan günahıma bile dokunmam. Bu işteki çıkarım; beni Redblood soylularına ilah ilan etmen. Senin için zor olmasa gerek… Ayrıca sende Tanrıça olacaksın. Benim gibi bir safkanın yatağına gireceksin. ’ Sorcha ‘Seninde yatağının da canı cehenneme!’ diyecekken sustu ve içinden söylemenin zekice olduğunu düşündü. Çünkü kabul edecekti. Ama söz vermeyecekti. Geri döndüğünde ise tek işi onu öldürmek olacaktı. Evet, bunu yaparken de gözlerinin içine bakıp ‘Sen tanrı değilsin. Ve sonun Medea gibi. Kendini Tanrı salan ahmak!’ diyecekti. Ama şimdi ‘Tamam, gönder beni oraya…’ dedi. Sesinde duygu yoktu. Ellerini yumruk yapmıştı. Deamon ‘Hay hay gelinim. Ancak hatırlatmam gereken bir şey var daha önce birilerini başka boyuttan birileriyle öldürmedim. Hep tanrısal yaklaştım. O döneme ait olmadığın için saldırıları alabilir ama onları öldüremeye bilirsin. Hiçbir şeye garanti vermiyorum. Ve yine biraz heyecan için çıkış kapını bir Level E’nin kalbine sakladım. Onu da bulman gerekiyor. Sana yardımcı tek kelime u-we-tsi a-ge-hu-tsa iyi eğlenceler gelinim.’ Ve yine o mavi ışık kendisini sardı. Gidiyordu. Bir kez daha savaşmaya gidiyordu. Pislik herif hiç yardımcı olmuyordu. Aksine oyunlar kuruyordu. Sorcha ise hayatının bir kumara yatırmıştı. Ya her şeyi kaybedecek ya da her şeyi kazanacaktı… Mavi ışık bu sefer onu çadırının önüne bırakmıştı. Tepeden bakma ya da kıpırdamama falan yoktu. Üzerindeki elbise sihirli bir değnek dokunmuş gibi değişiyordu. Saçları tepesinden at topuzu oluverdi. Ayrıca üzerinde de siyah çelikten yapılmış eski zırhı belirdi. Bu zırhı gayet iyi hatırlıyordu. Alt ve üst olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. İlk kısmı bir pelerinle bütünlenmiş cüce kumaşından yapılmış fileden oluşan bir alt zırh, ikinci kısmı ise bunu destekleyecek ve asıl görüntüsünü sağlayacak olan siyah çelik… Çeliğin kendisine has bir görüntüsü vardı. Üstü ağır helozenlerle süslenmiş ve 18. yüzyılın soylu kadınlarının giydiği türde bir görünüşe sahip olan –yani üzere oturan ve göğüs kısmında hafif açık veren- bir destekleyici altında ise üçgen kesinleri olan dizüstü bir etek vardı. Diz altında bir çizme de bu eşsiz vampir zırhını tamamlıyordu. Elinde kaba bir eldiven vardı. Kuzgun içindi. Eldiveni çıkarınca ne ile karşılaşacağını biliyordu. Ellinde dövmeler vardı. Hatırlıyordu. Babası yaptırmıştı. Adını aldığı prensesle aynı kaderi paylamaması için bir mühür, bir muskaydı. Koruyucu olduğuna inanılıyordu ama Sorcha’nın böyle bir inancı yoktu. Öyle ki inanmadığın sürece hiçbir şeye yaramazdı.
Çadırın perdesi açıldı. İçeriye Dragon girdi. Koyu mavi gözleri öylesine soğuktu ki Sorcha ürperdi. Siyah saçları mavi bir bandana ile tutturulmuştu. Ayak ve el bileklerinde Redblood safkanı olduğunu gösteren kuzgun desenleri vardı. O da siyah bir çelik giymişti. Giydiği çelik bir şekilde onu daha yapılı göstermişti. Kolunda bir miğfer tutuyordu. Saygı amaçla prensesin önünde miğfer takılmazdı. Sorcha özlemle ona yaklaştı. Yüzüne dokunacakken Dragon elini tuttu. Nazik bir biçimde her parmak ucunu öptü ve izin almadan sarıldı. Bunu sık yapmazdı. Ondan çekinirdi. Tekrar alışık olduğu kokuyu içine çekti. Öylesine özlemişti ki... Ölümünden sonra sadece bir yıl geçmiş olması kalbine acı yükledi. Bir elini kalbine bir elini de Dragon’un göğsüne koydu. Sarılma bitmişti. Kalbindeki acı yeterince kötüydü. Böyle olmaması gerekiyordu. Böyle savaşa giderse ölebilirdi. Toplanmalıydı. Dragon’una yine özlem dolu bir bakış attı. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Dragon bir şey söylemek üzere ağzını açınca Sorcha elini ağzına dayadı. Konuşmak istemiyordu. Sözlere gerek yoktu. Bir süre onun mavi gözlerinde kendisini izledi. Hayranlığı o kadar yoğundu ki bu saf sevgi Sorcha’nın boğazında bir şeylerin düğümlenmesine yol açtı.
Birden perde tekrar açıldı. Sorcha, Dragon’dan hemen uzaklaştı. İçeri giren Tiger’dı. Dragon’un ağabeyi… O tam bir savaşçıydı. Sorcha ve Dragon’u öyle gördüğüne şaşırmış görünüyordu. Çünkü savaşın ortasında böyle şeyler olmazdı. Sorcha gözlerindeki yaşı sildi. Tiger’a gülümsedi. Prenses gibi değil savaşçı gibiydi. Tiger kadar olmasa da savaşçıydı işte. Tiger gür kahverengi saçlarını üstten toplamış ve yine Dragon’unkine benzer bir zırh giymişti. Ama onun el ve ayak bileklerindeki kuzgunlar altın sarısıydı. Yani o bir kraliyet soylusuydu. Kralın emrindeydi... Sorcha’ya artık ordunun başına geçmesi gerektiğini söyledi. Hala gözü Dragon’un üzerindeydi. Acaba ne düşünüyordu? Bakışlarında onaylamaz bir ifade vardı. Kardeşine neden böyle tuhaf bakıyordu? Cevap: Git ona sor. Ama küçük bir hatırlatma yanıt vermez. Tiger asosyal bir tanrı gibiydi. Konuşmaz, gülmez, eğlenmezdi. Hiçbir özel yaşantısı yoktu. Tek sevgilisi vardı o da işi…
Çadırdan ilk Dragon çıktı perdeyi açtı. Ardından Tiger çıktı ve selam verilmesi için komut verdi. Sorcha çıktığında ise bütün askerler aynı ritimle ayaklarını iki kez yere vurdular. Sorcha başıyla hafif selam verdi. Konuşma yapmak için yükselmeden bütün vampirlerin gözlerine baktı. Tek bir şey vardı. İnançları uğruna ölmek, düşüncesi… Sorcha ellerini yana açtı tek ayağını yukarı kıvırıp başını geriye attı. Gücü onu sardı ve hava yükseltti. Herkesin görebileceği bir mesafe olduğuna kanaat getirdiği anda durdu. Kadim ve duygusuz bir sesle ‘Size oturup uzun nutuklar çekmeyeceğim. Biliyorum ki buraya gelirken sevdiklerinizi arkanızda bırakarak geldiniz. Daha önce bütün silah arkadaşlarım hepinizi teker teker ziyaret edip katılıp katılmayacağınızı sordu. Bu yüzden o meydanda elinizden geleni görmek istemiyorum. Eğer ben size önderlik ediyorsam elinizden gelen benim için yeterli değil. Şimdi, son kez karanlık uğruna ırkımız uğruna hainlere cehennemi boylatın…’ dedi. Sözleri bittikten sonra büyük bir gürültü oluştu. Kutluyorlardı. Azrail’i korkusuz karşılıyorlardı. Cesaret bu dönemde doğmuştu. Sorcha askerlerine baktı. Birçoğu geri dönemeyecekti. Bu sefer hata yapmayacaktı. Bu anlaşmayı kabul ederken ne düşündüğünü bilmiyordu. Ama tek bildiği geçmişteki vampirlerin birini bile kurtarabilirse ölümü göze almak pekte anlamsız olmayacaktı. Yavaş yavaş yere indi. Kyra, Usagi, Tiger ve Renesmee sorumlu oldukları grupların başına gitmek için izin istediler. Sorcha gönülsüz bir şekilde kabul etti. Dragon onun yakın korumasıydı. Bu yüzden onun grubu Sebastian ve Renesmee’nin kontrolündeydi.
Grupların başına geçtiklerinde gruplar ters M olacak şekilde yer değiştirdi. Sorcha diğer komutaların komutlarını dinledi. Ardından kendinden emin bir sesle ‘En etkili çözüm kalplerini çıkarmak ya da kafalarını koparmak. Ama unutmayın içlerinde soylular ve yoldan çıkmış safkanlar olabilir. Bu yüzden bu savaş hayatınızı yatırdığınız büyük bir hile oyunu…’ dedi. Sonra onların geldiğini haber veren bir boru sesi çıktı. Herkes kalkanlarını önüne alarak bir ellerini arkaya uzattılar. Herkesten güçlerini temsil eden renklerde auralar çıkmaya başladı. Sorcha da kalkanının arkasına sığınıp elini arkaya uzattı.
Ortadaki grup onun yönetimindeydi. İlk çarpışma onlarda olacaktı. Belli bir süre kontrolsüz Level E’lerin gelişlerini izledi. Ardından tüm gücüyle ‘Şimdi!’ diye bağırdı. Bu komutla bütün orta grup ayağa kalktı. Artık herkes yalnızdı. Bütün vücudunu gücüyle sarmaladı. Ardından önüne gelen ilk Level E’nin kafasına kalkanını geçirdi. Level E şaşırmış bir şekilde başını salladı. Sorcha bunu fırsat bilerek elini göğsünün içine soktu ve kalbini bulup çıkardı. Dirseğine kadar kana bulanmıştı. Kanın kokusu onu sardı. Yüzünü ekşitti. Bu iğrençti. Level E’yi yere bırakırken gözleri Dragon’u aradı. Tahmini doğruydu. Soylularda vardı. İki soylu Dragon’u sıkıştırmıştı. Vampirlerin aurasından elementlere hükmettikleri gün gibi ortaydı. Dragon da karanlığa hükmediyordu. İki elini kenetleyip kendi gücünden kalkan yaratmıştı. Sorcha parmağını beş kez şırlattı. Etrafında yönlendirilmeye hazır beş karanlık küre oluştu. İki parmağını Dragon’a yüklenen soylulardan birine doğrulttu. Etrafındaki iki küre soyluya yöneldi. Soylu beklenmeyen bu saldırı karşısında afalladı. Saldırının nereden geldiğini anlamak için etrafına bakınmaya başladığı anda bir şey Sorcha’nın sırtına atladı. Bir Level E. Dişlerini omzuna geçirmeye çalışıyor ancak zırh buna engel oluyordu. Ellerini Level E’nin elleri üzerine yerleştirdi. Hafifçe eğilerek bütün gücünü ellerine yönlendirdi ve bir çığlık eşliğinde Level E’yi tepesinden attı. Gözle görülmeyecek bir hızla yere attığı vampirin tepesine bindi. Ellerini boğazına yerleştirdi. Sıkmaya başladı. Level E’nin gözlerine bakınca bunun az önce öldürdüğü Level E olduğunu gördü. Ama nasıl olur? Az önce onu öldürmemiş miydi? Sonra Deamon’un sözlerinden bir kısım aklıda yankılandı. (…) Ancak hatırlatmam gereken bir şey var daha önce birilerini başka boyuttan birileriyle öldürmedim. Hep tanrısal yaklaştım. O döneme ait olmadığın için saldırıları alabilir ama onları öldüremeye bilirsin. Hiçbir şeye garanti vermiyorum… Ölmüyorlardı. O zaman kaderle oynama sadece hikâyeydi. Tek oynanan kader vardı o da kendi kaderiydi. Baştan kaybettiği bir oyuna başlamıştı. Bir an önce buradan kurtulmalıydı. Sırtındaki kılıcı çekti ve yine öldürdüğü Level E’nin boğazını kesti. Kan bu sefer suratına sıçradı. Utandırıcı bir şekilde suratına sıçrayan kanı yaladı. Ama yalar yalamaz öksürmeye başladı. Kan bulanıktı. Ayrıca eski bir kan gibiydi. Kabul ettiği ana lanet okuyordu. Beyni bir plan bulması gerektiğini söylüyordu. Ama plan üretmiyordu. Birisi hırıltılı bir sesle ‘Prenses!’ diye seslendi. Sorcha öldüğüne kanaat getirdiği Level E’nin üzerinden kalkıp arkasını döndüğü anda yüzünün yarısı henüz soyulmuş eskisen çok yakışıklı olduğunu anlaşılan bir soylu üzerine atladı. Sorcha kollarından tutup onu yere vurdu. O da olduğu yerde döndü ve Sorcha’yı yere kapattı. Sorcha vampirin zırhına parmaklarını geçirip onunla birlikte havaya zıpladı. Havada onun bedenini bacakları arasına kıstırdı ve ellerini boynuna kilitledi. Vampirin ağzından bir tıslama çıktı. Sorcha onunla beraber son süratle yere indi. Büyük bir gümbürtü koptu. Ayrıca vampirin kafatası basınca dayanamayıp kırıldı. Yerde çatlamıştı. Sorcha elleri kan olunca bu sefer kanı yalamayı değil ne kadar mide bulandırıcı olduğunu düşündü. Eğer kurtulabilirse uzun bir süre kan içemeyecekti. Neredeyse bir metre ilerde olan Dragon’a seslendi.
‘Dragon. Yanıma gel!’
Dragon sesi duyar duymaz alıştığı bir hareketmiş gibi Level E’nin kafasını kopardı ve Sorcha’ya yetişti. Mavi gözlerinde bir çocuğun bile anlayabileceği açık soru işaretleri vardı.Sorcha bir şey bir planı varmış gibi ‘Benim öldürmeye yaklaştığım kişilere son darbeyi sen vur. Ne bileyim kafasını kopar kalbini çıkar bir şeyler yap!’ dedi. Tam Dragon ağzını açacaktı ki ‘Sakin itiraz etme ya da soru sorma! Sadece yap!’ dedi. Dragon tamam dercesine başını salladı. Sorcha kafasını dağıttığı soylunun üzerinden kalkarken Dragon elini soylunun kalbine soktu. Zeki çocuk.
Sorcha bütün Level E’leri öldüremezdi. Ama çıkış bir şekilde ona gelecekti. Aslında çıkışı taşıyan Level E gelecekti. Ama gelip gel benim kalbimi çıkar demeyecekti bunu biliyordu. Bu yüzden sadece ölmemeye dikkat etmeliydi. Bir Level E’ye doğru ilerledi. Level E ona boş bir gözle baktı. Sonra vücudu tuhaf bir titreme geçirdi ve ellerini biçimi değişti. Bir bıçak kadar keskinleşti. Level E elini Sorcha’ya geçirmek üzereye hamlede bulundu. Sorcha savunma için bir hareket yapılmadı. Sadece saldırı alanının biraz dışına çekildi. Sonra saçları havalandı ve buz mavisi renkte olan gözleri bir anda kızıllaştı. Level E’yi siyah bir toz sarmaya başlamıştı. Sorcha –sinirden- gülümseyip ellerini göğsüne geçirdi. Avucunun içinde atan kalbi tuttu ve dışarı çıkardı. Yine ıskarta. Bu da değildi. Bu iş samanlıkta iğne aramaktan farksızdı.Dragon vampirin kafasını kopardı. Sorcha ona öpücük yolladı. Dragon gözlerini şaşkınlıkla açtı. Tabi üzerine bir vampir yüklenince şaşkınlığı falan kalamadı. Sorcha da üzerine gelen üç vampire döndü. Bir şekilde öldürmekten sıkılmamıştı. Vampirlerden birisi keldi. Parmaklarını bir pençe gibi açmıştı ve Sorcha’ya doğru salladı. Sorcha ilk ne olduğunu anlamadı. Ama savaş alanında jetonun geç düşmesi hayata mal olurdu bu yüzden elini aurasıyla donattı ve gelen iğneleri sinek kovar gibi engelledi. Adam güçleriyle Sorcha’ya iğne batıramayacağını anlamış olacaktı ki Sorcha’nın üzerine atladı. Sorcha sıkılmaya başlamıştı. Gelen giden üstüne atlıyordu. Belki küçük bir yapısı vardı ama yine de bunu sürekli hatırlatmak zorunda değildi, kimse. En azında o öyle düşünüyordu. Ne garipti. Her önüne gelen onu beden gücüyle yenebileceğini düşünüyordu. Sorcha onlara yanıldıklarını ispatlamak istercesine havada 360 derece döndü ve adamın yüzüne bir tekme patlattı. Ama bu sadece bir tekme değildi. Aurasıyla adamın yüzünü yakmıştı. Bu tuhaftı. Çünkü daha önce aurasını hiç bedenine dolamamıştı. Güçlü bir saldırı tekniği elde etmişti. Hem bedenini de kullanıyordu. Gözleri işi bitirmesi için Dragon’u aradı. Tiz bir ses ‘Burada!’ diye haykırdı. Sorcha sesin geldiği yöne döndü. Bütün Level E’ler durmuştu. Nil nehrinin Musa’nın sopasına verdiği tepkinin aynısını bütün Level E’ler o tiz sese vermişti. Herkes kadının önünden çekiliyordu. Sarı ve ayaklarına kadar uzanan düz saçları ve sanki bir kefen giymiş gibi bol duran ama bir şekilde de bedenini ikinci bir deri gibi saran siyah bir elbise giymişti. Ayakları çıplaktı. Sorcha’ya baktı. ‘Selam olsun Karanlıklar Prensesine. Adım Nichloas!’ Sorcha sesinde tuhaf bir aksan sezmişti. Ayrıca lakabı yoktu. Yaşlı bir safkandı. Ve geçmişte böyle bir kadınla karşılaşmamıştı. Sorcha nezaketten uzak bir sesle ‘Ne istiyorsun?’ dedi. Vampir kahkaha attı. İğrenç yapış yapış bir kahkahaydı. Ellerini bir çocuk gibi çırpıp ‘Oyun, oyun, oyun… İlk olarak bu görüşmeyi sağladığı için sevgilim Deamon’a sonsuz teşekkürler… Şimdi buradan çıkmak istiyorsan benimle düello yaparsın. Aksi takdirde iki şey olur hem susuzluktan bu boyutta ölürsün hem de insanların seni korkak biri olarak hatırlar. İkili bağ istiyorum Sorcha! Sen ve Dragon , ben ve Elliot!’ Elliot diyince yanından bir adam çıktı. O da sarı saçlıydı. Tahminen bel boşluğuna ulaşıyordu. Saçına siyah bir toka takılmıştı. Üst kısmı boştu. Altında ise bol siyah kumaş bir pantolon vardı.
Şimdi parçalar yerine oturuyordu. Herhangi bir şekilde çatlak bir düşman daha edinmişti. Ve bu düşman kesinlikle çok güçlü ve çok yaşlı bir vampirdi. Sorcha formalitelerden sıkılmıştı. Merakla ‘Senin ne zaman canını yaktım?’ diye sordu. Kadın güldü. Sinir olmaya başlamıştı. O gülümseyişi sonsuza dek soldurmak isteyen bir dürtü oluşmuştu içinde. ‘Sen benim canımı yakacak kadar güçlü değilsin benim istediğim senin; şansın sayesinde kazandığın ünün.’ Sorcha ününü şansa bala kazanmamıştı. Hak etmişti. Ayrıca iyi bir üne sahip olduğunu da düşünmüyordu. Bütün safkanlar arasında en çatlağı olarak biliniyordu. Bu herkesin isteyeceği türden bir ün değildi. Ama kadın çatlak olmak istiyor gibiydi. Aslında istemesine gerek yoktu. Çünkü tam bir zırdeli gibi görünüyordu. Nichloas sanki sözlerini duymuşçasına ‘Senin o cüretkâr zihnini soğan soyar gibi soyacağım. Senden istediğim Karanlıklar Prensesi unvanın… Bende Elliot’ta karanlığa hükmediyoruz. Tıpkı sen ve küçük oyuncağın gibi…’ dedi. Öfkelenince bile renkli cümleler kuramıyordu ne yazık. Karanlıklar Prensesi olmak sadece onu yenmekle elde edilecek bir şey değildi. Nichloas ‘Yeter bu kadar. Watashi wa meiyo no tame ni anata ni chōsen suru.' dedi. Bütün uğultu kesildi. Bütün gözler Sorcha’nın üzerindeydi. Sorcha reddetmeyecekti. ‘Anata wa sore o kōkai suru. Hontōda ne!’ Dragon’u bıraktılar. Sorcha özür dilercesine ona baktı. O ise gıpta edilecek bir şekilde korkusuzdu. Zaten bunun bir önemi yoktu. Çünkü Sorcha ikisi için de korkuyordu. Elliot’un seviyesini öğrenmek için aurasına odaklandı. Level E idi. Sorcha şaşırmışcasına Elliot’u inceledi. U-we-tsi a-ge-hu-tsa? Elliot kız mıydı? Nichloas ‘Ah. Hadi ama prenses şaşırdın? Neden Deamon sana yalan söylemiş olamaz mı?’ dedi. Sorcha öğrendiği gerçekle sarsılmıştı. Sinirli bir tavırla ‘Canını almak için sabırsızlanıyorum. Kettō’ dedi. Sesi öfkeliydi. Artık ne olacaksa olsun istiyordu. Nichloas’ın sesi iyice inceldi ve çocuk sesi gibi bir tonda ‘Kettō’ dedi.
Ayaklarının altındaki toprak alan oynamaya başladı. Her yer değişiyordu. Bütün Level E’ler birer birer yok oldu. Sadece dördü kalmıştı. Sorcha etrafını gözden geçirdi. Bir arena oluşmuştu. Arenanın beş köşesinde elementler yerleştirilmişti. Bir pentegram oluşturulmuştu. Sorcha ellerini çırparak etrafını kalkanla kapladı. Nichloas da başparmağını ve serçe parmağını açık bırakıp diğer parmaklarını kapatarak eliyle havada çember çizdi. Bu harekette ona kalkan sağladı. Nichloas konuşmaya başladı. ‘Yardımcılarımızı kalenin bayrağı gibi düşüneceğiz. Tabi ki daha önemli ama kim önce yardımcıyı öldürürse oyun bozulur ve kader değişir.’ Sanki çok şey açıklamış gibi derin bir iç çekti ve ellerinin içinde bir küre oluşturarak Sorcha’ya fırlattı Sorcha bu kolay hamle daha gelmeden tek elinde bir küre oluşturmuştu. Bu yüzden gelen güç topunu açıkta kalan eliyle yönlendirip avuç içindeki küreyle birleştirdi. Ardından büyük bir güç sarf ederek onu Nichlaos’a gönderdi. Daha küre Nichlaos’a ulaşmadan iki elini de şırlatarak on küre oluşturdu ve bunları da Nichlaos’a gönderdi. Nichlaos bunları her birine karşılık vermeye çalışırken üç küre savunmasını yıpratmıştı. Nichlaos buna karşılık hemen Sorcha’yı küre yağmuruna tutmaya başladı. Bu hareketi Sorcha’nın kazanabileceğini düşünmesine neden oldu. Çünkü o Sorcha’yı öldürmek istiyordu. Sorcha ise yardımcısı Elliot’u… Deamon bir şekilde doğru söylemişti. Kilit nokta bir Level E idi. Kapının kalbinde olduğunu umut ediyordu. Sorcha üzerine yağmur gibi yağdırılan kürelere savunma pozisyonu aldı. Yani bir kumaş tutup çeker gibi hem onun hem de Dragon’un üzerine kalkan çekti. Küreler kalkanla her temasında dolunun pencereye temas ettiğinde oluşan ses gibi ses çıkardı. Rahatsız edici ama bir bakımdan da dışarıda olmadığı için minnet ettirici…
Nichlaos hiçte dürüst bir rakip değildi. Sorcha’nın saldırısını beklemeden elleriyle havayı tuttu ve iki kılıç oluşturdu. Bunlar kırmızı ve siyah karışımı bir renkteydi. Sorcha da elleriyle havayı tutar gibi yapıp iki kılıç çıkardı. Ama onun kılıçları mavi ve siyah renklerinden oluşmuştu. Nichlaos yerden hafifçe havalandı ve tüm gücüyle kılıcı yere geçirdi. Kılıcın ucundan çıkan kızıl ışık son sürat Sorcha’ya yaklaşırken Sorcha da kılıcını yere geçirdi. Ortada buluştuklarında hiçbiri ileri ya da geri gitmemişti. İki ışığın kesiştiği yer gittikçe yükselmeye başladı Sorcha hızla Dragon’a yaklaşıp ona sarıldı ve gücünü dışarı verdi. Bu bir şekilde bir plastiği esnetmek gibi bir şeydi. Gücü onlara kalkan olacaktı ve tozla buz olmalarını engelleyecekti. Ardından beklediği patlama gerçekleşti. Oldukça gürültülüydü öyle ki Nichlaos, Sorcha’nınkine yakın bir güce sahipti. Çünkü böyle bir patlama rakipler yenişemeyince olurdu. Ve onlarda öyle yapmışlardı. Yenişememişlerdi.
Sorcha gözlerini açtığında her tarafı siyah bir dumanın kapladığını görmüştü. Hemen kalkıp Nichlaos’a baktı yerinde yoktu ama Elliot oradaydı. Dragon sekerek yanına geldi. Sanki o kavga etmişti de o yaralanmıştı. Sıradan bir ses tonuyla ‘Gidiyorsun değil mi?’ dedi. Sorcha başını salladı. Dragon alelacele ‘Bekle! Ağabeyim ve dostlarımız ölümlerinden seni sorumlu tutmuyorlar…’ dedi. Daha söyleyeceği vardı ama susmuştu. Onu özleyecekti ayrıca kaderini fazla zorlamamalıydı. Buraya geliş amacını düşündü. Yine sadece Dragon’u kurtarabilmişti. Ne kader ama… İkinci seferde farklı şekilde aynı sonuca ulaşmıştı. Tırnağını bileğine batırdı ve beyaz teninin üzerine kanı aktı. Kanı işaret parmağıyla alıp Dragon’un yüzüne sürdü. Ona verebileceği tek şey kanıydı. Çünkü kalbini kendisi bile bulamıyordu. Ellerini bıçak gibi kullanıp Elliot’un bedenini açtı. Sol elini kalbin olduğu yere soktu ve onu çıkarıp sıktı. Mavi ışık onu sardı ve gözleri kapandı.
Dı, dıt! Dı, dıt! Dı, dıt! Dı, dıt!
‘Ne rahatsız edici bir ses!’ diye homurdandı ve yatağın içinde döndü. Gözlerini araladı. Çalar saati kapattı. ‘Duş almalıyım.’ Diye düşündü. Yerinden kalktı. Sabahlığını koyduğu yerde sökülmüş bir kalp ve bir not vardı.
“İlkti, prenses. Son olmayacak…”
Yazıyordu. Ehh. Yenilen pehlivan güreşe doymazdı. Kalbi ve notu şömineye atıp yaktı. Nichloas hiçte zevkli birisi değildi. Çünkü Sorcha düşmanına bile sökülmüş bir kalp göndermezdi. Iyyk. | |
|
Elizabeth Rose Wayland Konsül Temsilcisi | Gölge Avcısı
Lakap : Lizbeth Mesaj Sayısı : 2356 Kayıt Tarihi : 11/07/10
Karakter Detayı Statü: Site Kurucusu Uyarı: 0/0
| Konu: Geri: Prensesin kabusu Paz 05 Eyl. 2010, 08:30 | |
| Ufak tefek yazım sorunları dışında çok başarılı bir rp idi. tebrikler 87* Gece Evine Hoşgeldiniz | |
|