Gabriel Neithan Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 8 Kayıt Tarihi : 09/04/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Gabriel Paz 17 Şub. 2013, 15:20 | |
| Olimpos, diye düşündü Gabriel. Evi terk etmeden önce birkaç çizgi filmde filan görmüştü orayı. Şu Disney’in Hercules’inde mesela. Zeus’un oğlu Herkül… Melez Kampı’nda gördükleri o çizgi filmdekilerden çok farklıydı aslında. Kampa geleli iki sene olmuştu ama Bay D.’den başka tanrı ya da tanrıça bile görmemişti küçük melez. Görenler vardı elbet. Olimpos’a gidenler bile vardı ama daha on yaşındaki bir çocuğa anlatmaya hevesli olmuyordu kimse. Gabriel da daha ustalaşmadığı çakısını kullanmaya karar vermişti yolu bulmak için. Kamptan kaçmak kolay olan kısımdı. Yanına ne alması gerektiğini bilmediği için biraz oyalanmıştı ama Gabriel. Odasının içinde dönüp duruyor, eşyalarını karıştırıyordu. Üstüne giydiği tişörtü nedense çok sevmiş ve çıkartmak gibi bir niyeti de yoktu. Onu bir yere aitmiş gibi hissettiriyordu turuncu tişört. Bir tane daha kamp tişörtü alıp neredeyse kendisi kadar bir çantanın içine koydu. Olimpos Amerika’daydı, bunu biliyordu ama neredeydi? Yunanistan’a kadar gitmeyeceğini bildiği için mutluydu. Öyle bir şey olsaydı daha uçağa binmeden enselenirdi büyük ihtimalle, bu kadar küçükken. Kulübedekilerin çoğunun işi olduğu bir zamanda, tabii kendisiyle ilgilenilmediği bir zaman oluyordu bir de bu, sırtına astığı seyahat çantasıyla birlikte kamptan dışarı attı kendisini Gabriel.
Ana yola çıkana kadar arkasına bile bakmadan koşmaya başlamıştı. Sanki biraz yavaşlasa, kaçtığını fark edecekler, peşine düşecekler ve yakalayacaklarmış gibi geliyordu. Ufak bedenindeki kalbi öyle bir atıyordu ki göğsünü delip geçecekmiş gibi hissediyordu çocuk. Olimpos’a ulaşmadan ve babasıyla tanışmadan geri dönemezdi. Gerçi bunu niye istediğini bilmiyordu ama kafaya koymuştu ve yapmadan rahat edemezdi. Ana yola kadar koşmak zor bir şey sayılmazdı. Kampta kaçmak üzerine kurulu eğitimler alıyor olduğundan dolayı kondisyonu sıradan çocuklara göre daha iyiydi. Hızını koruyabilir, lazım olan yere kadar enerjisini saklayabilirdi. Ama peşinde canavarlar değil de melezler ve kamp sorumlularının olduğunu düşünmek, dengesiz bir şekilde kaçmaya çalışmasına neden olmuştu. Ormandan çıktığında rahat bir nefes alıp birkaç dakika dinlendi. Bundan sonra nereye gitmesi, nasıl gitmesi gerektiğini de bilmiyordu. Aslında şu an vazgeçip geri dönmesi en mantıklı olandı. Yanından hızla geçen arabalara baktı. İçlerinden birine Olimpos’a nasıl gideceğini sorsa büyük ihtimalle dalga geçtiğini filan sanırlardı. Amerika’daki en yüksek dağın hangisi olduğunu bilmiyordu. Coğrafyayı sevdiği, ya da ilgi duyduğu söylenemezdi. Yanına bir harita almış olmayı diliyordu çocuk. En azından haritayı ve pusulasını kullanarak tahmini bir yere ulaşabilirdi. O sırada yanından geçen bir araba yavaşlayarak ileride durdu. Şoför kapısından orta yaşlarına merdiveni dayamış, kahverengi saçlarını sağ omzunun üzerine salmış bir kadın indi. Şaşkın bir ifadeyle Gabriel’a doğru yürürken çocuk da kadının suratına bakıyordu.
Kadın şaşkınlıkla kaybolup kaybolmadığını sorduğunda Gabriel gülümseyerek başını iki yana salladı. Kaybolmamıştı. En azından nereden geldiğini ve oraya nasıl döneceğini biliyordu ama gideceği yer meçhuldü. “Ah, hayır efendim,” diye mırıldandı Gabriel. Sesi o kadar inceydi ki miyavlama gibi çıkıyordu. Kadın çocuğu duyduğunda şaşkınlığı azalmamış gibi görünüyordu ama gergin bir şekilde gülümsemeyi başarabildi. “Babamın yanına gidiyorum ama nasıl gideceğimi bilmiyorum.” Dudaklarını büzerek kadına baktı Gabriel. Duygu sömürüsü yapmak istemiyordu ama yardıma ihtiyacı olduğunu da biliyordu. Tek başına daha iki adım bile atamazdı. Kadın babasının nerede olduğunu sorduğunda yeniden başını iki yana salladı Gabriel. Bilmiyordu. Bilse çoktan yanına gitmişti. Genç kadın, Gabriel’ı şehir merkezine götürmeyi, oradaki bir karakoldan babasına ulaşabileceğini söylediğinde gülümseyerek kabul etti Gabriel. Kadının yanındaki yerini alıp emniyet kemerini de bağladığında mutluluktan şarkı bile söyleyebilecek bir haldeydi. “Haritanız var mı acaba?” sorduğunda kadın gülümseyerek Gabriel’ın önünde yer alan torpido gözünü açıp katlanmış halde duran, yeni bir harita çıkardı. Üzerinde yamuk yumuk, büyük bir daire çizilmişti. İlk önce ne olduğunu anlamadı Gabriel. Birisinin daire çizmeye çalıştığını ama başaramadığını düşünmüştü ama öyle değildi. Kadın gülümseyerek parmağını bir noktaya koydu, gözünü yoldan ayırmadan. “İşte buradan başladım yola ve bu yolu izleyip yeniden eve döneceğim. Bu en büyük hayalimin daha başlangıcı.” Gabriel sadece gülümseyerek karşılık verdi kadına.
“Harita sende kalsın, melez.” Gabriel gözlerini inanamıyormuş gibi açmış, kadına bakıyordu. Kadın gülümseyerek çocuğun kamp tişörtünü gösterdi. Genelde kamplar yazın açılır ve yaz boyunca çocuklara belli şeyler gösterilirdi. Kadın büyük ihtimalle Gabriel’ın da daha önceden sıradan bir kampa gittiğini ve bu tişörtü de oradan aldığını düşündüğü için melez kelimesini pek umursamamıştı. Ya da kendisinin bilmediği, çocuklar arasında meşhur bir müzik grubu filan da olabilirdi. Kadının arabası uzaklaşırken Gabriel da tepesinde durduğu merdivenlerden inip kaldırıma oturdu. Kadını buradan sonrasını kendisinin halledebileceğine inandırması çok uzun zamanını almıştı ama sonunda başarabilmişti. Gerçi kadının da acele etmesi gerekiyordu, haftanın başında başlayacak olan işine geç kalmaması için. Kadından aldığı haritayı dizlerinin üzerine açıp New York’u aradı. Harita o kadar ayrıntılı ve büyüktü ki battaniye niyetine kullanılabilirdi bile. Kimsenin dikkat etmediğine emin olduğu zamanlardan birinde çakısını çıkarıp uzun zamandır kullanmadığı pusula kısmını açtı. Pusulanın ucunun gösterdiği yöne bakıp nereye gitmesi gerektiğini anlamaya çalıştı.
Etrafında dönüp dolaştığı Empire State binası o kadar yüksekti ki tepesi bulutları çoktan geçmişti bile. Başını yukarıya doğru kaldırıp tepesini görmeye çalıştı ama bir noktadan sonra beyaz, pofuduk bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Bu kadar yüksek olmasına rağmen buranın bir dağ olmadığı belliydi. Hem New York’ta ne işi vardı ki? Ama pusula ona burada olduğunu söylüyordu. Gerçi pusulanın mantığını hala anlayamamıştı. İlk kez kullandığında onu bir müzeye, Jalista’nın zorla girdiği ufak bölüme yönlendirmişti. O anda ihtiyacı olan eski iskeletleri incelemek ya da güvenlik görevlilerini peşine takıp bütün müzenin içinde koşuşturmak değildi elbette ama o kızı bulması ve Melez Kampı’na gelmesi gerekiyordu. İhtiyacı olan buydu. Ve şu anda da Olimpos’a gitmesi gerekiyordu. Pusula da Empire State binasını gösterdiğine göre… Dahi olması gerekmiyordu bunu anlaması için ama binanın etrafında yine de bir tur daha attı, pusulayı sağa sola, yukarı aşağı salladı, başka bir yeri gösterip göstermediğini görmek için.
“Ben bir melezim! Babam Hephaistos!” Hemen girişte yer alan danışma masasının arkasında oturan cılız adam neden bahsettiğini bilmediğini söylediğinde böyle bağırmıştı Gabriel. Etraftakiler onu duyuyor ama anlamıyor gibi görünüyorlardı. Çoğu turistti zaten. Belki bina içindeki eğlencelerden biri olduğunu filan düşünüyorlardı. Çocuk bağırmaya devam ettikçe masasının arkasındaki adam iyice yerine siniyor, dikkatleri üstüne çektiği için sinirle çocuğa bakıyordu. Başını iki yana salladı yeniden adam. Olimpos diye söylediği yerin nerede olduğunu bilmiyordu ve böyle bir tavır karşısında bilse de söylemeyeceğini belirtiyordu. Güvenliği çağırmak üzere olduğunu söylerken Gabriel elindeki pusuladan bir bip’leme duydu. İbre sol tarafını gösteriyorken bir anda adamı göstermeye başlamıştı. Başını kaldırıp adamı inceledi Gabriel. Babasının bu adam olma ihtimali yoktu. Demircilikle ilgileniyormuş gibi görünmüyordu. Olimpos’a açılacak olan kapı gibi de görünmüyordu adam. Ama belki de o kapıyı açacak olan anahtar ondaydı. Adamı inceleyip üstünde anahtar olup olmadığını anlamaya çalıştı ama durduğu yerden hiçbir şey belli olmuyordu. Daha sonra duvarda asılı olan acil durum kutusunu gördü Gabriel. Kutu öyle dikkat çekici, önemliymiş gibi görünen bir şey değildi ama içindeki anahtarlardan bir tanesi güzelce parıldamaya başlamıştı. Adam eline aldığı telefondan güvenliği ararken Gabriel da hızla adamın arkasındaki dolabı açıp üstünde omega işareti bulunan anahtarı asılı durduğu yerden aldı. Adam ne olduğunu anlayana kadar çocuk asansörlere doğru koşmaya başlamıştı.
En tepeye çıkan ekspreslerden birine atlayıp anahtarı bulduğu bir deliğe soktu. Anahtarın etrafından ışıklar çıkarken asansör hızla yukarı doğru yükselmeye başladı. Hızla geçen katlar yanıp sönerken Gabriel da nefes nefese kalmıştı. Bir gün için bu kadar heyecan ve aksiyon fazla gibiydi, daha hiçbir şey yokken. Canavarlar tarafından kovalanıyor olsa bir şey demezdi ama durduk yere bu kadar heyecan yapmaması gerektiğini anlatamıyordu kendisine. Asansörün zeminine bırakırken kendisini etrafını çevreleyen duvarların dalgalandığını gördü. Birkaç kez gözlerini kırpıp bunun yanılsama olup olmadığını anlamaya çalıştı. Duvarların hareketi durmuştu. Nefes alıp verişlerini normal düzeye geri döndürmeye çalıştı ama pek başarılı olamadı. Ya asansör ortada kalırsa? diye düşünüyordu. Ya öylece kalıp kimse onu bulamazsa? Belki normal şartlarda birkaç saat yetecek kadar oksijen bulunuyor olabilirdi ama bu kadar sık nefes alıp vermek olumlu bir şey değildi. Ve oksijenin çoktan bittiğini hissediyordu Gabriel. Ufak bedeni bütün oksijeni tüketmiş, nefes alamadığını hissediyordu. Acı çekiyordu. Boğazı yanıyor, nefes alamıyordu. Görüşü tamamen gitmeden önce asansörün bir ding sesiyle durduğunu anladı.
Kapılar açıldığında içeri oksijen de dolmuştu ve nefes alması gerektiğini hatırlattı kendine. Ölmek istemiyordu. Neredeyse sürünerek asansörden çıkıp toprak zemine çıktı çocuk. Biraz daha zorlasa toprağa çıkabildiği için sevinçle yeri öpecekti ama bir an nerede olduğu anladı. Olimpos’a gelmişti! İşte Olimpos’taydı, değil mi? Yani mimari, tepeye doğru yükselen yolun sonundaki kale… Hepsi filmlerde ve çizgi filmlerde gördüğü gibiydi. Daha da mükemmeldi hatta. Ağzı açık bir şekilde etrafını izleyerek yürümeye başladı Gabriel. Kenara doğru geldiğinde aşağıda süzülen bulutları görebiliyordu. “Acaba aşağıya düşmek mümkün mü?”[/color] diye kendi kendine konuştu çocuk, etrafta kimse olmadığını düşünerek. Ama yanılmıştı. İleriye doğru uzanıp dağın etrafını çevreleyen bir koruma alanı olup olmadığını anlamaya çalışırken arkasından bir ses duydu. “Bunu denemek istemezsin, kardeşim.” Dönüp sesin sahibini görmek istediğinde güçlü bir ışık parlaması gözlerini kamaştırdı. “Hey, bu kadar aceleci olma. Az kalsın kül olacaktın.”
Gabriel’ın görüşü yerine geldiğinde karşısında genç bir adam duruyordu. Yüzüne büyük bir gülümseme yerleştirmişti ama pek iyi niyetli bir görünüşü olduğu söylenemezdi. Üzerinde siyah bir tişört ve bir kot pantolon vardı. Az önce ışık saçmıyor olsaydı sıradan bir genç adam olduğunu söyleyebilirdi. Bir yandan adamdan hoşlanmış, bir yandan da nefret etmişti. Daha önce böyle hissetmenin mümkün olduğunu bilmiyordu Gabriel. Ayrıca tanımadığı birisinin kendisine kardeşim demesinden hoşlanmamıştı da çocuk. Niye öyle demişti ki? “Ben Draken,” diyerek kendisini tanıttı adam, Gabriel’a doğru birkaç adım attıktan sonra, elini kaldırıp selam vererek. “Sen de Gabriel’sın, evet.” Çocuğun daha ağzını açmasına fırsat bırakmadan gülümseyerek konuşmaya devam etti kendisine Draken diyen adam. Şaşkın ifadesini korumaya devam ediyordu Gabriel. Kendisi hakkında daha neler bildiğini merak ettiği için hiçbir şey söylemedi. Adam birkaç saniye boyunca Gabriel’ın şaşkınlığından zevk aldıktan sonra konuşmaya devam etmişti. “Babamızı aramaya geldiğini biliyorum ama eh, buralarda değil bir süredir. Annemi hala geriye almaya çalıştığı için saçma sapan işler peşinde. Sana nerede olduğunu söylemek istemesem de sana yardım etmem gerekiyor. İleride sana işim düştüğünde yardım edeceğini bilmeliyim.” Gabriel nasıl bir yardımdan bahsettiğini bilmediği halde adamın kendisini kontrol altına aldığını hissedebiliyordu. Başını sallayarak onayladı adamı. Nedense hayır derse başına çok kötü şeyler geleceğini hissediyordu.
Adam pantolonunun arka cebine uzanıp oradan katlanmış bir kağıt parçası çıkardı. Kağıt oldukça eski görünüyordu. Sanki yüzyıllardır pantolonun cebinde duruyormuş gibiydi. Adam ilk baştan beri suratında duran itici gülümsemeyi yok ettikten sonra daha sevecen bir şekilde gülümseyerek kağıdı Gabriel’a uzattı. “Zamanı geldiğinde burada ol. Tamam, ne zaman gitmen gerektiğini bileceksin. O zamana kadar kardeşlerimizle beraber güzel güzel zaman geçirmeye ve ölmemeye bak. Dışarısı tehlikeli küçük kardeşim.” Uzanıp Gabriel’ın saçlarını karıştırdıktan sonra patlayarak konfetilere dönüştü ve ortadan yok oldu Draken. Gösteri yapmasını seviyordu anlaşılan. Bir ağabeyi olması gerçekten de garip bir duyguydu. Hem ondan nefret etmiş, hem de ona ihtiyacı olduğunu anlamıştı. “Hey, ağlıyor musun sen?” Draken’in yok olduğu noktaya yakın bir yerden geliyordu yeniden sesi. Gabriel’ın gözünden tek bir damla yaş akıyordu ve Draken bunu görmüş müydü? Nasıl? Hiçlikten bir kahkaha sesi yükseldi. “Seni izliyorum, kardeşim.” | |
|
Elizabeth Rose Wayland Konsül Temsilcisi | Gölge Avcısı
Lakap : Lizbeth Mesaj Sayısı : 2356 Kayıt Tarihi : 11/07/10
Karakter Detayı Statü: Site Kurucusu Uyarı: 0/0
| Konu: Geri: Gabriel Paz 17 Şub. 2013, 18:35 | |
| Kurgu: 13 Betimleme: 15 Akıcılık: 16 Uzunluk: 5 Noktalama & İmla: 13 Paragraf düzeni & Renklendirme: 18
Toplam rol puanı: 80
Betimlemeler biraz daha olmalıydı. Akıcı bir rp ancak kelime ve imla hataları gidişatı bozmuş. Renklendirme biraz daha farklı olabilirdi. Genel anlamda güzel bir rpdir.
Rütbe alarak oyuna dahil olabilirsiniz. | |
|