Serin bir sonbahar gecesiydi. Görünüşte her şeyiyle o kadar sıradandı ki, kimse Aurora'nın rutininden sapmasına şaşırmazdı. Tabii oturduğu park ıssız bir muggle parkı olmasaydı ve Rora'nın ruhu evrimin diğer aşamasına geçmek için tetikleyicisini aramasaydı. Zihninin ağırlığı vücuduna çökmüştü. Soğukkanlı bir hayvan gibi avından bir hareket bekliyordu. Kendini oturduğu ahşap bankın durağanlığına gizlemişti. Bir de buna ironi olarak bir kaç adım mesafesinde duran elektrik lambası bütün ışığını günün yıldızıymışçasına üzerine yansıtıyordu. Saçlarını kuaföre gitmesine gerek kalmaksızın bir kaç ton koyu gösteren sarı bir parıltıyla aydınlatıyordu. Rüzgar her esişinde dudaklarını biraz daha parçalıyordu. Ağırlaşmış omuzlarını savurmaya çalışıyor, hareketsizlik için savaşan bedenini daha fazla yoruyordu.
Biraz önce parkta olmayan bir koku soğuk rüzgara karışıp yüzünü okşadı. Hortum gibi yuvarlak çizerek yanından uzaklaştı. İkinci karşılaşmalarında bir çığlık katıldı aralarına. Parkın karanlık köşelerinden gelmişti, Rora'nın kulağına rüzgarın uğultulu yorumlamasıyla iletilmişti. Bu sesi topuklu ayakkabı sesleri izledi. O kadar sık vuruyordu ki eski kaldırıma telaşlı bir yürüyüş olduğunu başını çevirmeden ele veriyordu. O sivri iki topuğun sesi boğuklaştıkça bu sefer onun arkasına saklanmış diğer ayakkabı sesini duymaya başladı. Gitgide yaklaşıyordu. Kim olduğuna bakmadı. Yüzüne, kimliğine, toplumdaki sıfatına, hatta cinsiyetine. Biranda seçti O'nu. Seçer seçmez de tanımaya çalıştı. Bunun için çok fazla zamanı yoktu. Soluğunu tutarak dinledi yerde sürüyen ayakkabının kesik sesini. Ağır bir alkol kokusu geldi burnuna. Islak çimenlerin kokusunu bastırıyordu. Yeni annesine odaklanmasını kolaylaştırıyordu. Evet, yeni annesi parktaki tacizci bir sarhoştu. Hep derler ya, ailemizi biz seçebileydik, seçilen kişinin bir önemi yoktu. Önemli olan zamandı. Tam zamanı olduğunu hissedebiliyordu. Vücudu oksijen için geriliyordu. Çevresini sarmış etten duvarlar ona dar gelmeye başlamıştı. Hayatını çok hızlı yaşamıştı. O kadar hızlıydı ki bir saniye önce söylediği kelime çok geride kalıyordu. Yirmi altı yıl, küçük bir dokuz aya eş gelmişti. Çok fazla durmuştu zaten anne karnında. Şimdi doğma vaktiydi.
Annesinin eli omzuma dokundu. Dokunmaktan çok destek alıyor gibiydi. Ayaklarını yavaşça sürüyüp bankın tam arkasına geçtikten sonra sol omuzundaki baskının azaldığını hissetti. Fakat el geri çekilmedi. Rora'nın sol eliyse cebinde, soğuk bir metali okşuyordu. Bunu Diagon yolundaki bir adamdan almıştı. Mugglelara meraklı büyücüler için oldukça ilginç şeyleri vardı. El omuzundan boynuna doğru ilerlediğinde çatlamış, sert ve soğuk teni hissetti. Kaba ve bakımsız ellerdi bunlar. Hayatın elleriydi. Rora'nın ölüme saniyeler kalmış hayatını verecek sihirli eller. Sıradan hayatından kurtaracak ellerin bu kadar basit olması kuşku duymasına yol açıyordu. Fakat o kadar az havası kalmıştı ki çevresini saran duvarlarda, seçim şansı yoktu. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.
Daha fazla dayanamadı. Yavaşça arkasına dönüp annesine baktı. Mavi gözleri, baskın koyu kahve gözlerle buluştu. Yüzünün kenarındaki kırışıklıkları takip ederek her hattını inceledi. Şaşırmış bir yüzdü bu, kendisinin çığlık atarak kaçmasını bekliyordu. Bunun haricinde fiziksel ve önemsiz olarak yorumlaması gerekirse; atmış yaşlarında, yaşından daha ileri gösteren kirli bir yüze sahip, oldukça zayıf bir adamdı. Dudakları onu olduğundan daha salak gösterecek bir şekilde aralık duruyordu. Bu karanlık ağızda sadece iki tane diş sarılığıyla parlıyordu. Gür ve dağılmış saçları, sakallarıyla karışmıştı. Dudaklarının çevresi sigara içtiğini gösteren sarı lekelerle dolu olsa da alttaki gerçek renk griydi. Sürekli ileri geri sallanıyordu. Ellerinden bir tanesi şarap şişesini kavramıştı. O tutuş tanımlanmayacak kadar ona aitti. Alışkanlıktan öte bir şekilde O'nun parçası olmuştu. Kareli, yırtık bir gömlek ve kot ceket giyiyordu.
O'nunla yeterince tanışmıştı. "Doğuran sensin, sancıyı sen çekeceksin." diye fısıldadı. Biraz sendeledi. Bakışları genç kadını süzdü. Dediklerinden bir anlam çıkaramadığı belliydi. Şuan bir şarap şişesi değil de, ayıklık abidesi olsa da bu anlamsızlık değişmeyecekti. Bir şeyler geveledi. Anlamaya bile çalışmadı. Bu onun anıydı. Bir daha istese de doğamayacağını biliyordu. Gelecekten geçmişe dönmüş gibi hissetti. Kendi kendinin doğumuna giriyordu. Belki başkası olsa gelecekte edindiği bilgilerle kendi hayatına bir devam yolu bulur ve bu yolda giderdi. Aurora ise bir erken doğuma hazırlanıyordu. Omuz silkti.''Beni doğuracaksın. Hayatında ilk kez bir işe yarayacaksın." O'nun da Aurora gibi bir doğası vardı. İç güdüleri gülmek için çok geç olduğunu söylüyordu. Yüz kasları gevşeyip yerini endişenin kırışık izlerine bırakıyordu. İrileşmiş gözleri iç güdülerini harekete geçiren korkuyu aradı. Bakışları cebinden çıkan çakıyı gördü. Bir anda üzerindeki sarhoşluk uyandı. Geriye doğru bir kaç koşar adım attı. O kadar çok içmişti ki, çok geçmeden sırt üstü çimenlere yığıldı. Aurora, artık düşünmekten çok harekete geçmek istiyordu. Sanki kafasının üzerinde bir düşünce balonu varmış ve bunu patlatmak istiyormuş gibi çakıyı havaya savurdu. Rüzgarın uğultusunu metalin keskin sesi böldü. Şuan onları rahatsız edebilecek her şey uzaklaşıyordu. Yıldızlar bile bulutların ardına gizlenmişti. Havada lütfenler, yalvarışlar cırcır böcekleri gibi geziniyordu. Bunlarda bu senfoninin olmazsa olmazı, bir ayinin ilham müziğiydi. Eğildi yaşlı ayyaşın üzerine. Bacaklarının üzerine oturdu ve bir karabasan gibi çöktü. Dış dünyadaki her şeyi kapattı O'nun için. Ağzından yayılan pis alkol kokusunu yüzünü buruşturmadan içine çekti. Öz annesinin kokusunu anımsamıyordu. Fakat bu kokuyu hatırlamak hiç zor olmayacaktı.
Hangi noktayı kestiği umurunda değildi. Gömleği açmaya bile çalışmadı. Göğüs kafesinin ortasına boşluğa keskin av çakısını sapladı. Hızla nefes alan yaşlı adamın soluğuna karışan hırıltıyı dinledi. Sarhoş olup bu ameliyat için narkozlanması onun şansıydı. Hayata karşı olan kinine rağmen annesini kesmesi bir kuşu kesmesinden daha zordu, bir kedidense daha kolay. Çakıyı hiç kıpırdatmadığı için gömlek yalnızca bir kaç kan damlasıyla renklenmişti. Altında yatan bedenin soluk alışverişi hızlanınca zamanının geldiğini anladı. Terlemiş elleriyle çakıyı daha sıkı kavramaya çalıştı. Katillikten caniliğe terfi etmesine bir kaç saniye kalmıştı. Dişlerini sıktı. Çakıyı kasıklarına kadar indirdi. Yüzü, elleri, yeni paltosu kanla yıkandı. Çakıyı sapladığı son yerden çıkarıp geriye attı. Vücudunu yaşlı adamın üzerinden çimenlere bıraktı. Kesik ve acılı soluklamasını duyabiliyordu. Bıçakla karnını yardığı andan itibaren içinde tuttuğu eski hayatın soluğunu havaya bırakıp yeni bir hayatın nefesini ciğerlerine çekti. İlk kez soluk alıyormuş gibi sonbaharın soğuk havası ciğerlerini yaktı. Gözlerine sızıp yakan kanı paltosunun koluyla silerken can çekişen annesinin son saniyelerini yaşadığını anımsadı. Toparlanıp ayağa kalktı. Son dakikalar kendisini oldukça yormuştu, ne kadar mücadelesiz olsa da. Dizlerinin üzerine çöküp yaşlı annesine baktı. Kendi hayatını Rora için vermişti. Kendisini yeniden yaratmıştı. Bu fedakarlığının son bir ödülü olmalıydı. Kahverengi gözler merakla kendisine bakıyordu. O sormadan, Rora cevap verdi ''Bir kızın oldu." Cümle bittikten bir kaç saniye sonra nefesiyle kalkıp inen göğsü durdu. Rora'nın yüzünde yeni bir tebessüm oluştu. Daha önce iki kişiyi öldürmüştü. İlki nefsi müdafaa sayılırdı. İlk eline kan o zaman bulaşmıştı ve o an çığırından çıkmıştı. Fakat hiç birinde gülmemişti. Aksine bir dehşet hissetmişti, güzel bir hediye paketiyle sunulmuş kötü bir armağan gibiydi. Ama şuan bir şeyden kesinlikle emindi. Rora, bir canavardı. Sıradan bir yaşama gömülmüş görünmez bir canavar. Fakat şimdi onu herkes görüyordu. O zaman bütün insanlar ölmeliydi, herkes ölmeliydi ki Rora görünmez olabilsin