Kim Jae Rhodanthe Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 4 Yaş : 28 Kayıt Tarihi : 26/11/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Kim Jae O'Donnel C.tesi 26 Kas. 2011, 18:22 | |
| Kalp ritimlerinin hızlandığını hissettiğinde beyaz ölü elleriyle etrafında eski Roma tanrıçalarının oyma resimleri olan vazoya dokundu. Perdelerin arasından ölü bir solgunlukla sızan ışığın altında elindeki vazonun dış yapısı porselenden daha çok bir mozaik yapıyı andırıyor, ufak ışık oyunlarıyla alacalı bir beyaz sunuyordu ortaya. Bir süre vazoyu inceledikten sonra düşürme korkusuyla sıktığı kulpların, parmaklarının her bir boğumunu birden nasıl beyaza çevirdiğini görünce vazoyu aldığı küçük ahşap çekmecenin üzerine koydu. Nereden geldiğini çok anımsamıyordu, tek bildiği bu eski evin içinde varlığını uzun süre sürdürdüğüydü. Neredeyse kendisi kadar… Güzel bir kadındı gözlerinin etrafındaki ince çizgiler sanki hiç var olmamıştı, son günlerin etkisiyle çizilmişti oraya... Harikulade vazoyu bıraktığı ahşap komodinin aynı malzemeden yapılmış mükemmel takımı olan vitrine yaklaştı yorgun kadın. Fizan’dan gelmişçesine uzak ve yabani düşünceler zihninde taklalar atarak dolaşıyor, genç kadını çok riyakâr düşünceler içerisine itiyordu. Vitrinin içerisinde cılız ışığın titrekçe aydınlattığı büyük çerçeveye yaklaştı ve gözlerini kısıp resimdeki adamın yüzünü ezberler gibi baktı uzun süre. Kemikli burnu, kumral saçları ve oldukça erkeksi yüz hatları kadının kalbinin sıkışmasına sebep olmuştu.
Siyah ve oldukça karizmatik bir şekilde 'Linea' yazılı arabayı kapının önüne getiren korumaya bakmadan sinirle arabaya bindi Henry, kaşlarını çatmıştı ve zaten kısık olan gözleri iyice küçülmüştü. Kilise önündeki kalabalık, gelin ve damatları izlerken tonlarca küfür ediyordu. New York’un ilk defa bu kadar sıcak olduğunu düşünürken pervasızca; benzin ve akü uzuvlarını hiç düşünmeden klimayı açtı ve ayarını en soğuğa getirdi. O aptal çocuğun üşümesini, hasta olmasını ve hatta zatürre olup ölmesini diliyordu. Gözlerini nikâh dairesinin kapısına çevirdiğinde kapıdan çıkan kırmızı saçlı, düzgün fizikli, 40 yaşlarına yakın kadına baktı ve oldukça ağır bir küfür daha ekledi. Kadın ise bunu duymuşçasına onca arbede içerisinde gülerek, sinsice Henry’e baktı. Henry o an, Colette Taysumov’un ne kadar adi bir kadın olduğunun farkına vardı. Hemen arkasında, üç koruma eşliğinde kapıdan çıkan yaşlı babasını ve hemen yanındaki Anton Taysumov’u gördüğünde içini bir öfke kapladı. Bir iş anlaşmasının kurbanı, saçma bir ortaklığın hedefi olmuştu. Herkes arabalarına dağıldığında yanındaki yaşlı kadınla birlikte arabaya yürüyen kız çocuğuna baktı. Çenesi saatlerdir bastırılmaktan dolayı ağrı ile yüzleşirken Henry arabanın arka kapısı açılır açılmaz dikiz aynasından koltuğa yerleşen çocuğa baktı. Sinirle arkasına döndü ve elini yanındaki koltuğa yaslayarak destek aldı. “Ben senin şoförün değilim, çocuk!! Geç şu ön koltuğa!” dedi homurdanarak ve ardından gözlerini dadısı olduğu bildiği yaşlı kadına çevirerek tehditkâr bir bakış attı bütün erkeksiliğiyle.. Kız nemli gözlerini bir an dikiz aynasından genç adama çevirdi ve bütün sessizliğiyle birlikte çaresizliğini haykırdı. Fakat adam bu yardım çığlığını duyamayacak kadar öfkeliydi ve kendi fırtınasında savrulup duruyordu. Kız başını eğdi ve kapattığı kapının kulpunu tutarak başını adama çevirdi. Korumalardan biri, arabanın arkasına Colette’in iki büyük bavulunu yerleştiriyordu. “Özür dilerim…” dedi mırıldanarak genç kız. Genç kız ikiletmeden ön koltuğa bindi ve emniyet kemerini takıp gözlerini sildi hızlı bir hareketle. Üzerinde oldukça ünlü bir markanın, dizlerinin üç-dört parmak üzerinde biten dar bir elbisesi vardı. Beyaz tenine nazaran krem rengi elbise, belindeki taba rengi kemeriyle oldukça kendini gösteriyordu. Ayakkabıları yaşıtlarının aksine Converse ya da Nike değildi. Ya da diğer kızlar gibi topuklu giymezdi. Ablasının Fransa’dan getirdiği turuncu Vans ayakkabıları oldukça rahattı fakat onları giyememiş, kemerinin renginde bir babet giymeyi tercih etmişti. Adam arabayı çalıştırırken, öfke dolu bakışlarından kaçmak için elinden geleni yapıyordu. Saatler saatleri, arabalarını sollamaya çalışan her arabaya edilen küfürler diğer küfürleri kovalarken Oslo’ya yaklaştıklarını fark etti Colette. Akşam henüz beşi bulmuştu ve dışarısı oldukça sıcaktı. Arabanın derecesine baktığında 40’ı bulduğunu gördü. Pek terlemezdi fakat üzerindekiler yüzünden oldukça sıcakladığı bir gerçekti.
Yanındaki adama baktı ürkekçe, pek belli etmemeye çalışarak. Kollarını kıvırdığı mavi renkteki gömleği ve siyah kumaş pantolonu ile hiç terliyor gibi bir hali yoktu. Ayrıca içerisindeki kısa kollu tişörtü de görebiliyordu. Kavisli suratına, kemikli çenesine ve düzgün burnuna bakarken yakaladı kendisini. Fakat hızlıca başını çevirdi ve bileğindeki tokayla saçlarını tutturdu. Derin bir nefes alıp konuşmak ile konuşmamak arasında kalırken birden ağzını açıverdi. “Eğer rahatsız olmazsanız, camı biraz açabilir miyim? Polyester beni terletir de…” dedi utanarak. Terle ilgili konuşuyor olması onu da rahatsız etmişti. Son cümleyi söyleyememiş olmayı dilese de, adamın ölüm fermanını açıklayan bakışlarına maruz kalmaktan kaçamamıştı. Adam bütün öfkesiyle çocuğu süzüyordu… 173 kadar bir boyu vardı ve çoğu yaşıtları gibi kilolu bir yapıya sahip değildi. Karnında ufak, kadınsı bir çıkıntı yer alıyordu fakat bu Henry’nin ona bir çocuk olmadığını kanıtlamaya yetmezdi. Yuvarlak kalçaları ve 85 olduğuna emin olduğu göğüs ölçüleri de tabi… “Rüzgâr çok sıcak eser burada! İsilik olursun, birde senin isiliğinle uğraşamam çocuk!” diye homurdandı ve elini klimanın düğmesine bastı. Colette, Henry’nin suratına bakakaldı. Zorla evlendirildiği adamın ona iyi davranmasını, koynuna almasını bekleyemezdi. Fakat yine de içerisindeki hüzün, göz ardı edilebilecek derecede ufak değildi.
Genç kadın kendine geldi o an. Siyah elbisesinin koluna sildiği gözyaşlarını fark ettiğinde ağzından bir küfür kaçırdı. Adamla evliliğinin üzerinden 11 yıl geçmişti ve adamı bu denli erken kaybedeceğinin farkına yıllarca hiç varmamıştı… Yıllar, aylar, haftalar ve günler birbirlerini kovaladıkça büyüyen aşkın fertlerinden birinin en sonunda kara toprağa hüküm düşeceğini evliliklerinin ilk günü ikisi de bilmiyordu. Bilselerdi, daha doludizgin yaşarlardı. Böyle düşünüyordu kadın. Kendini toparladı olabildiğince ve büyük evdeki kalabalığa aldırmadan odalarına çıktı. Yatak dağınıktı, adamın pijamaları yatağın üzerinde katlanmamış bir biçimde serilmişti. Adamın kalp krizi ile yere yayıldığı o gün aklından çıkmıyordu. Ayakkabılarını çıkardı önce usul usul, adamın her akşam yaptığı gibi altın sarısı saçlarını taradı. Yatağa uzanırken, adamın yastığını kucakladı önce. Sonrasında burnuna yasladı ve erkeksi, keskin kokusunu hissetti. Gözlerini yumduğunda birkaç damla yaş düştü yastığa. İki gündür, geceyi gece ve gündüzü gündüz ederek uyumamış, sürekli ağlamış ve ağıtlar haykırmıştı Colette. Ve en sonunda haşin yorgunluğun kollarında belki de 11 yıl sonra ilk defa Henry ve koruyucu kolları olmadan korkunç bir uykuya dalmıştı.
Büyük evden ayrıldığımda geriye dönüp baktım. İlk günkü kadar ihtişamlı değildi. Derinden etkilemiyordu beni mesela, ya da ilk senemizin sevinci ile gece eve dönerken hissettiğim o harika farkındalık hissi bu sefer yoktu. Ancak başımı ormanlık alana çevirdiğimde, evin üzerindeki kara bulutların aksine güneş ışığının ve çiğ damlalarının süslediği çimler hiç olmadığım kadar iyi hissetmemi sağladı. Sanki giderken bütün muhteşemliğini ve kusursuzluğunu çevreye bırakmıştı Henry. Zihnimin bulandığını hissediyordum, ama bayılmış değildim sanki mükemmel bir rüyanın en güzel yerindeydim. Çıplak ayaklarımla yemyeşil çimlere bastığım an sımsıcak bir hava beyaz elbisemi havalandırdı gökyüzüne doğru. Henry’nin dediği gibiydi, sıcaktı Oslo ve bu 11 yılın ardından ilk defa huzur vermişti Colette’e. Saçlarım birer kırbaç gibi omuzlarıma vuruyordu ancak bu canımı yakmak yerine bana Henry’nin dokunuşlarını anımsatıyor, içimi bir huzurun kaplamasına sebep oluyordu. Çimlerin arasında, gölgede kalan menekşelerin, papatyaların arasına doğru yürüdüm. Çimler parmaklarımı okşamaya devam ediyordu. Bir şey düşünemediğimi anladım o an. Beynim kontrol edilemiyordu sanki. Papatyaların arasına oturdum ve yüzümü eve doğru döndüm. Bir papatyayı kopardım ve yerden alıp kulağımın arkasına tıkıştırdım. Kokular etrafımı sarmıştı. Güneş ağaçların arasından sapsarı süzülüyor ve titreyen bedenimi aydınlatıyordu. Ellerimi güneşe doğru kaldırdım ve avuçlarıma, elimin üst yüzeyine bakarak çevirdim. Sonra yere indirdim ve sadece nefes verdim. İsmimin telaffuz edildiğini sonradan fark ettim ve başımı sese doğru çevirdiğim an Henry’nin beyaz keten gömleği ve bembeyaz pantolonu ile çimlerin arasından hızla bana doğru geldiğini gördüm. Ancak o mükemmel rüya o an çökmeye başladı. Henry’e kavuşmama izin vermeyen zihnim, bunun sadece bir rüya olduğunu kavramış ve çökertmeye başlamıştı. Henry’nin kollarına atıldım bütün gücümle ancak karanlık etrafı sarmalamıştı.
Colette zıpladı yerinden, gözleri yaşlıydı. Aydınlık hava yerini alacakaranlığa bırakmış, bütün evi ve etrafını korkunç bir sessizlik kaplamıştı. Adamın öldüğünü tekrar fark etti, içi öylesine acıyordu ki sanki kalbini çıkarıp atsa her şey hallolacak, bütün kötülük içini terk edecekti. Ölmeyi istedi o an. Ancak arkasını döndüğünce hemen dibine sıvışmış olan 5 yaşındaki erkek çocuğunu görüp o şehvetli istekten vazgeçti. Çocuk, sevdiği ve aşık olduğu adamın tamamen aynısıydı. Saçlarının taranma biçimi, dudakları, burnu ve hatta tam gelişmemiş yüz katları. Çocuksuluğun yuvarlak burnu ve şişko yanakları yoktu Eduardo’da. Henüz beşinci yaşını doldurmasına karşın oldukça erkeksi bir yüzü vardı. Kadın uykuya dalmış çocuğu kolları arasına aldı ve göğsüne bastırdı bütün aşkı ve sevgisiyle. “Canım oğlum…” dedi derin bir nefesle fısıldayarak çocuğu kolları arasına hapsederken. Henry’nin armağanına layığı ile sahip çıkmak istercesine kavrıyordu çocuğu. Bütün hasreti, anaçlığı ve acısıyla birlikte... | |
|