Mortal Instruments RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Mortal Instruments RPG

Ölümcül Oyuncaklar'a Hoşgeldiniz...Görmediklerinizi Keşfetmeye Hazır mısınız?
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Hiç Yoktan Eğlence

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Ahraz Farzan
Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Ahraz Farzan


Mesaj Sayısı : 141
Kayıt Tarihi : 12/07/11

Karakter Detayı
Statü:
Uyarı:

Hiç Yoktan Eğlence Empty
MesajKonu: Hiç Yoktan Eğlence   Hiç Yoktan Eğlence Icon_minitimePerş. 14 Tem. 2011, 13:14

Kişiler: Ahraz Farzan & Katherine Swynford
Konu : Hogwarts Müdiresinin Yeni Genel Başkanı Ziyaret Etmesi.

    O gün çalar saatinin kulak tırmalayıcı tiz sesiyle değil, panjurlarının arasından kendini soluk soluğa içeri atan güneş demetlerinin, camdan gözlerine çarpmasıyla uyanmıştı. Santigrat derecelerin sürekli yükseklerde seyrettiği derli toplu evinde, yalnız uyanmanın bunaltıcı huzuru içindeydi bugün. Uzun zamandır yapamıyordu bunu. Kendini kaybetmişti, yolundan sapmıştı, benliğini yitirmek üzereydi. Kadın denen mahlûkatların aşırı rahat ve alışkanlık haline gelmiş sevişmelerinden tiksinmişti. Tutkuyu ararken patikaları karıştırmış, çoğu zaman çıkmaz sokakların tekilliğine varmıştı. Aşk denen efsaneyi daha önce pek çok kez farklı farklı insanların dudaklarından dökülen, çoğul üsluplara sahip kelimelerden dinlemişti. Fakat sadece bununla yetinmişti. Hiçbir zaman anlatıcı olma mertebesine erişememişliğin ezikliğindeydi. Heradot ağlarken damla damla acı dökerdi gözlerinden. Onun bedeni ise suskunluğunu korumakta! Yüreğinin tiyatro sahnesinde senelerdir bıkmadan usanmadan aynı monoloğu oynayıp duruyordu, arada sahneye atlayan figüranlara aldırmadan…

    Her zamanki gibi yatağının içinde kendini sorguluyordu. Bunu yalnız uyandığı sabahları tekrarlardı çoğuncası. Böylece yaptıklarını kendi kafasına kakıp daha doğruya yönelebileceğini düşünürdü. Hem de asla işe yaramayacağını bildiği halde. Fakat çok fazla zamanını harcamazdı böyle, bugün de aynısını yaptı. Sonra sabah kahvesini hazırlamak üzere mutfağa çevirdi, pürüzsüz uzun yüzünü. Yine odasından alt kata inerken başını alçak tavana vurdu. Çatı katındaki bu odaya bayılıyordu. Genişti, karanlıktı ve bir duvarı komple kaplayan camından baktığında Napoli Körfezi ayaklarının altındaydı. Hatta doğuya doğru döndüğünde Vezüv Yanardağı’nın başı yukarıda kibirli bakışlarını üstünde hissedebiliyordu. Fakat şu alçak tavan… Geçmişi gibi hergün başına dan dan vuruyordu!

    Buz torbası ve espresso sunun eşsiz uyumuyla ofisindeki camın önüne attığı koltuğuna kuruldu. Yorgunluğu vücudunda çoktan ezici üstünlüğü sağlamış, kulaklarındaki uğultu ise sağır edici nitelikteydi. Bacaklarını karnına doğru çekerek manzaranın zihninde canlandırdığı masalları okumaya başladı. Annesinin başını okşayan ellerini hissedebiliyordu ve kokusunu... Kokusu burnunun direğini sızlatıyor özlemle sarıyordu dört bir yanını. İçindeki kan dolu boşlukları kaynatıyor, fokurdatıyor, acıtıyordu. Karşısında öyle oturuyordu işte. Ellerini açmış bekliyordu. O ise oturduğu yere yapışmış, hareket dahi edemiyordu. Annesinin saçları birden alev almaya başladı. Fakat hala ona bakıyordu. Acel bağardı! Var gücüyle, avazı çıktığı kadar bağardı! Dayanamadı başını çevirdi. Yerde ufak sarışın bir çocuk kibritle oynuyordu. Annesinin defalarca yapmaması gerektiğini söylemiş olmasına rağmen. Ev yanmaya başladı. Çocuk korktu ve masanın altına saklandı. Masa yanmaya başladı. Çocuk ağlıyordu çünkü üstündeki ayıcıklı t-shirtü erimeye başlamıştı ve git gide vücuduna yapışıyordu. İçeriden bir ağlama daha yükseldi. Fakat bunlar daha küçük mini minnacık hıçkırıklar halindeydi. Çocuğun annesi masaya yaklaşmakta zorlanmasına rağmen onu altından çıkarttı. T-shirt annenin ellerine yapıştı, saçları tutuştu. Çocuk annesinin yardımıyla dışarı çıkmayı başardı. Fakat içerideki bebek için anne tekrar döndü.

    Birden sıçradı. Elindeki fincanın yerle birleşiminden çıkan sert kırılma sesinin kulaklarında patlamasıyla ikinci şoku yaşadı ve anlık bir refleks ile ellerinin koltuğun iki yanına sapladı. Bu kâbuslardan hep görüyordu. Uzun zamandır annesiyle birlikte olmalıydı zira güneş çoktan batmış, hava kararmıştı. Avizenin ampullerini bir düğmeyle göz kamaştıracak hale getirerek ofisini görünür kıldı önce, sonra kırılan kupasının parçalarını topladı bir bir. Aralarından cesaretli olanı kesti Acel'in elini. Fazla kötülüğü yoktu yaranın, hele yalnızlığın paramparça ettiği kalbinin yanında hiçbir şeydi ufak bir sıyrık. Ancak sinirlenmişti ve şimdi başı iki kat daha fazla ağrıyordu. Kırıkları yere fırlatarak tekrar odasına çıktı. Terden üzerine yapışan gömleğini çıkardı ve yine gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Avucundan yere damla damla kan akarken elini göğsünde gezdirdi. Yirmi sene önceki gibi tüm izler yine kan içinde kalmıştı. O lanet kibriti eline almamalıydı. Belki şimdi hala… Yutkundu. Dizleri üzerine çöktü ve kesik kesik olmuş yüreğini avucunun içinde sıkarak ağlamaya başladı. Ağzından çıkan her kelime ilk önce yüksek desibellerde patlıyor fakat daha sonra hıçkırıklarla kesiliyordu. “ Belki hala benimle olurdunuz! Yanımda olurdunuz.” Ayağa kalktı. Önce yatağın üstündekileri ve duvardaki tabloları sağa sola savurmaya başladı. Çığlıkları dinmiyordu. “O kahrolasıca kibrit neden elimdeydi! Neden! Neden! Neden!” var gücüyle yatağının altından tutup devirdi. Dağıtacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Tekrar diz çöktü başını yukarı kaldırarak son avazıyla haykırdı. “Lanet olsun! Neden beni de almadın!” Dizlerine kapandı yere attığı son yumruğun etkisiyle yüzüne sıçrayan kandamlalarında tüketmişti artık gücünü. Fısıltıyla birkaç kelime döküldü ince, pembe dudaklarından. “Hepsi benim suçum…”

    Saatlerdir orada öylece duruyordu. Sırtını duvara dayamış ve yıktığı dağıttığı şeyler arasında oturuyordu. Gözleri bir yere sabitti. Bacaklarını karnına çekmiş, elleriyle onları sararak önden kavuşturmuş ve baktığı yöne doğru sürekli ileri geri sallanıyordu. Annesinin sesi ve kardeşinin çığlıkları kulaklarında patlıyordu. Gözleri doluyor fakat ağlamıyordu. İşte minik Caroline orada yatıyordu. Acel’in boş gözlerle baktığı yönde. Sürekli çığlık atıyordu ve yanıyordu. Annesi ise Acel’in yanında oturuyor, o eşsiz gülümsemesiyle başını okşuyordu. Elinin saçlarına her deyişinde tüyleri diken diken oluyor, onları görüyordu ve iliklerine kadar hissediyordu. Gerçek olduklarına inandı.

    Çığlık çığlığa kendini dışarı attı. Merdivenlerden koşarak iniyordu ve çıplak, üzerinde kurumuş kanlar olan göğsüne vurarak aynı şeyi tekrarlıyordu. “Ölmediler!” Dışarı çıktığında kahkaha atıyordu ve bağarıyordu. Bilindik cümlesini tekrarlıyordu. “Ölmediler!” insanların yüzlerine bakıp gülen surat ifadesiyle birlikte sürekli yineliyordu. Fakat kimse ona tepki vermiyordu. Ne ondan korkup kaçıyorlardı ne de ona inanıp destek veriyorlardı. Sanki Acel’i görmüyorlarmış gibi…

    ------------------------------------------

    Kitabın kapağını kapatı ve yavaşça masanın üzerine bıraktı. Sağ taraftaki ilk çekmeceden ufak bir parşömen çıkartarak dolma kalemle onu yüceltmeye başladı. "Sevgili küçük yeğenim. Kitabın çok güzel olmuş tebrik ederim. Ancak şunu bilmelisin ki: Akli dengenin yerinde olması bir zihin halidir. Aynı şizofreni gibi... Sevgilerimle Ahraz Amcan..." Yavaşça yerinden kalkarak cama ulaşacağı kadarki zamanda bir zarfa yerleştirdiği mektubunu baykusa tutuşturarak onu gönderdi. Ellerini çebine sokarak büyük pencerenin önünde dışarıdaki sonbaharı çekti gözlerine. Fazlaca sıkıcı bir gündü. Keşke bir aptal gelip onu eğlendirseydi.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cynthia Aristide
Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Cynthia Aristide


Mesaj Sayısı : 695
Yaş : 29
Kayıt Tarihi : 09/12/10

Karakter Detayı
Statü:
Uyarı:

Hiç Yoktan Eğlence Empty
MesajKonu: Geri: Hiç Yoktan Eğlence   Hiç Yoktan Eğlence Icon_minitimeCuma 22 Tem. 2011, 01:45



    Gökyüzündeki yıldızlar grimsi bulutların kendilerini sarmalamalarına izin vererek arkasına saklanmış, derin bir sonsuzluğun uykusuna çekilmişlerdi. Minik parıltıları şimdi hiçbir yerden gözükmüyor, özgürlüklerini sıradan bir bulutun ellerine teslim etmişlerdi. Ay’ın ise yanaşmaya gönlü yoktu buna. Varoluşundan beri bir an olsun yenilmediği kara bulutlara yenilerek özgürlüğünü, güneşten aldığı sıcacık ışığını siyahlığa teslim etmemek için and içmişti. Göz alıcı parıltısıyla kötülük timsali bulutları yanına yaklaştırmıyor, tek başına dimdik ayakta duruyordu. Yanına yaklaşmaya çalışan en ufak bir bulut parçası acıdan kıvranarak çekilmek zorunda kalıyordu. Bulutlarla savaşı bir müddet böyle devam etmiş, asla pes etmemişti. Yavaş yavaş gökyüzünü serbest bırakan bulutlar yıldızların sevinç dolu çığlıkları eşliğinde terk ediyor gibi görünse de yeniden semaya hüküm sürmeye başlamış, zayıf bir anında içine hapsetmişlerdi dolunayı. Yeryüzü karanlığa hapsolmaya mahkûm demir parmaklıkları içinde seyrediyordu olan biteni. Genç kadın sıcacık yatağının içinde büzülmüş gökyüzündeki çırpınışın tek bir anını bile kaçırmamıştı. Semadaki savaş sanki kadının içinde de yaşanıyor, uyutmuyordu. Yatağıyla kavuşalı üç saati geçmişti ancak düşünceleri, geçmişte sıkışıp kalmış zihni uykunun kollarına atamıyordu kendini. Aklı arada bir kapanan gözlerine geçmişin sisli anılarını yeniden hatırlatıyordu. O gitmişti. Ondan geriye kalan tek şey yaşamıydı. Tabii yaşadıklarına da hayat denirse… Nefes alabilir, bedeninin ihtiyaçlarını giderebilirdi. Lakin içinde tıkılıp kalmış ruhunun acısı dinmek bilmiyor, kimi zaman nadiren gülümseyebildiğinde ruhu buna isyan ediyor, çığlıklar atarak çırpınıyordu narin bedeninde. Bu sefer ise ruhu oldukça sakindi. Sakin ama boştu. Tanrı’nın lütfettiği lakin kendisinin hor görmeye başladığı beden ise kıvranıp duruyordu yatağın içinde. Ne kadar dönüp şekil değiştirse de düşünceleri üstünden atmaya çalışsa da onlar hep oradaydılar. Yerlerinden biraz bile sapmıyor, Katherine’in üstüne yığılıp kalmışlardı. Mutluluk, küçük bir çocuğun annesinden aldığı minik bir oyuncak ya da bir annenin bebeğine ilk dokunuşu olabilirdi. Farklı şekillerde farklı insanlara ayrı bir haz veriyordu. Fakat genç cadıya şimdiye kadar hiçbir şeye bürünerek sunulmamıştı önüne. Ne zaman mutluluğa ulaşsa saplandığı dip çukur yerden çıkmaya çalışırken kendi çırpınışında boğuluyordu. Mutluluk denilen saf duygu Tanrı tarafından Katherine’e layık görülmemişti. Yüce İlah kimi yarattıklarını el üstünde tutup her şeyi tattırırken kimilerini pek umursamıyor, güzel duygulardan men edip ölüme terk ediyordu. Onlardan sadece biriydi Katherine. Neşe onun asla tadamayacağı, ulaşsa bile hemen elinden alındığı bir şeydi. İnsan hayatı boyunca yaşamadığı bir şeyin de özlemini çekmiyordu aslında. Mutlu olmak istemiyordu artık. Sadece acılarının dinmesini ve normal olmak istiyordu. Eğer cennete gidebilirse Tanrı’nın genç kadına en büyük hediyesi kısacık bir an bile mutluluğu yaşatması olurdu. İnancı gün be gün azalırken inanılan cennete gitmesi için büyük bir mucize gerekiyordu. Ve mucizeler Katherine’in yaşamında nadiren su yüzüne çıkar, ara bir görünürlerdi. Sadece görünmekle kalır, yine ulaşamazdı onlara… Gecenin karanlığı sonunda gözlerine erişebildiğinde ilerleyen saatlerde uykuya kavuşabilmişti.

    Değişik renklerdeki anlamsız ve korkutucu figürler gözlerinin görebildiği tek varlıklardı. Oradan oraya giderek kadını içlerine çekiyor, gittikçe de anlamsızlaşıyorlardı. Hiçbir anlamı olmamalarına rağmen yine de onlara bakamıyor, lakin göz kapaklarını kapattığı anda olduğundan daha belirginleşiyorlardı. Sonunun ne olacağını bilmiyordu. Sabırla bekliyordu sadece. Diğer figürlerden daha büyük şekli olmayan siyah bir şey genç kadına doğru süzülüyor, gözleri olmasa bile kendine baktığını biliyordu. Siyahlıktan gelen ipliğimsi yapışkan şeylerin vücuduna değmesiyle çığlıklarını tutamamış, dudaklarından aralanıp havaya karışmasına izin vermişti. Birden yerinden sıçrayıp kendini yatağın en uç kısmında buluvermişti. Terden ıpıslak olmuş saçları yere değiyor, ter damlaları parkeye damlayarak ritmik sesler çıkarıyordu. Güneş henüz yüzünü göstermese de turuncumsu ışıklarını ufka yansıtıyor, gökyüzünün rengini açıyordu. Gece semayı işgal eden bulutlardan eser yoktu. Gökyüzü açık ve net rengiyle güneşin gelişine hazırlanıyordu. Adımlarını banyoya doğru sıklaştırarak vücudunu terden ıslanmış gecelikten kurtarmış, soğuk suyun bedenine akışını sağlayarak bilinmeyen yerlerine gitmesine izin vermişti. Tanrı’nın yeryüzüne yaşam kaynağı olarak bahsettiği su kadına Tanrı’dan gelen tek iyi şeydi. Bu kadarı layık görülmüş, her zaman bununla yetinmesi istenmişti.

    Güneşin nazlı nazlı kendini göstermeye başladığı sıralarda masasına oturmuş, eski fotoğraflarına bakıyordu. Gryffindor Takım Kaptanı olduğu zamanlardan kalan eski bir fotoğraf tutuyordu elinde. Süpürgesiyle büyük bir ustalıkla oradan oraya uçuyor, daha sonra arkadaşlarının yanına gelip tahta bir zemine oturarak gülümsüyordu. O anda eskiden gülümsemesinin ne kadar içten olduğunu, masmavi gözlerinin bile ışıldadığını görebiliyordu. Oysa şimdi gülümsemek onun için bir lütuftu. Gülümsese bile sadece dudaklarını yukarı kıvırmakla kalıyor, gözleri üzgün birer ifadeyi taşıyorlardı. Nadiren güldüğü o güzel zamanlarda gözlerindeki ışıltı yeniden geliyor, sonra bir anlığına kaybolup gidiyorlardı kimsesizliğin içine. O göçüp gittiğinden beri sessizleşmişti. Yüzüne yerleştirdiği neşeli bakışların yerini donuk bakışlar ağlarıyla örerek fethediyorlardı. Bir sonraki resme baktığından ise mermer bir merdivene genç bir kız ile genç bir oğlan otuyordu. Oğlan kızı belinden sıkıca kıvramış gülümsüyor, kız ise başını erkeğin geniş omuzlarına koyarak gülümsüyordu. Puslu anılar zihnine yüklenmeye başlamıştı aniden. Hogwarts yıllarında aşkı tatmamıştı hiçbir zaman. Hayatında sadece bir kişiye âşık olmuştu ve o da genç kadını kurtarma pahasına kendi canından vazgeçmişti. Omzuna yattığı genç adamı her şeyden çok sevmişti lakin sadece sevmişti. Gençliğinden kalan güzel anıların hepsi Ahraz’la olanlardı belki de. Her zaman genç kızı nasıl mutlu edeceğini biliyormuş gibi yaşamın ne olduğunu koyu mavi gözlerinde hatırlatıyordu. Şu sıralar genç adamın uzaklara gittiği yerlerden geri geldiği kulaklarına çalınmıştı. Nerede olduğunu bilmesine rağmen kendiyle uğraşmaktan onu ziyaret edecek vakit bulamıyordu. Ancak şimdi yapacak pek bir işi varmış gibi gözükmüyordu. Pencereden dışarıya baktığında güneşin gökyüzünün zirvesine bir hayli yakınlaşmış, ışığıyla karanlıkta kalmış yeryüzüne gündüzün ne demek olduğunu hatırlatırcasına ısıtıyordu yaşayanları.

    Hazırlandığında hemen cisimlenmiş, kendini uzayıp giden Sihir Basın Yayın Binası’nın önünde bulmuştu. Tamamen camlı kaplı uzayıp giden pencereleriyle sıradan bir Muggle gökdelenine benziyordu. Buranın önünden her gün geçen onlarca Muggle olup bitenden bihaber yürüyüp geçiyordu kederleriyle. Ağır ağır çıkıyordu mermer merdivenlerden. İçeriye girdiğinde binanın öbür ucundan öbür ucuna koşuşturan insanlar, akıl almaz derecede rahatsız edici gürültü, üzerinde yazılar yazan uçuşan kâğıtlar Sihir Basın Binası’nı oluşturan kült şeylerdi. Hızlıca Genel Başkan’ın odasının önüne gelmiş, etrafına baktıktan sonra içeriye girmişti. Duvarları beyaz olan sıra dışı oda zihninde yıllar öncesine ait kokuyla dolup taşmıştı. Bir zamanlar bu koku nefes almasını gerektirecek tek şeydi. “Eski bir dosta hayır demezsin umarım.” Değişen tek kişinin kendisi olmadığını görebiliyordu. Ahraz’ın yüzünde beliren birkaç ince çizgi tecrübelerinin fiziksel kalıntılarıydı.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Ahraz Farzan
Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Ahraz Farzan


Mesaj Sayısı : 141
Kayıt Tarihi : 12/07/11

Karakter Detayı
Statü:
Uyarı:

Hiç Yoktan Eğlence Empty
MesajKonu: Geri: Hiç Yoktan Eğlence   Hiç Yoktan Eğlence Icon_minitimeC.tesi 06 Ağus. 2011, 22:34

    “Eski bir dosta hayır demezsin umarım.”

    ---------------------------------

    Belli, hazırlanmıştı küçük kadın. Kim bilir kaç kez tekrarlamıştı ayna karşısında sayıp dökeceklerini. Ve kaç kez yutmuştu kelimelerini, aşka yenik düşen planlarının buruk ve ümitli tadını yüz buruşturarak çıkartırken… Bu illet bir çeşit asalak değil miydi ki zaten. Pire gibi mesela; hem rahatsız ederken bir yandan da kaşındırmaz mı kalbimizi tatlı tatlı. Acı bağımlısı yapmaz mı ki en iyimser adamı? Bas bas bağırırken bedenin arzularla kırk küsür derece ateşlerde, çıldırasıya isterken nefesini yüzünde, ellerini teninde ve kokusunu ciğerlerinde; kalp bir tek sözle, bir gülüşle umutlara gebe kalıp geleceğe türküler yazacak kadar sever bu oyunu.

    Küçük kadın okulun bahçesine emin ve sakin adımlarla süzülürken işte tam bu durumdaydı. Bakışları uçlarında alevler taşıyan birer kızgın ok gibiyken yüreğinin hala bir şeyler beklediğini titreyen elleri ifşa ediyordu. Bana yaklaştığını ruhumun acılı kıvranışlarından sezerek ona doğru döndüm. Küçük adımlarını gözleri kapalı basıyordu artık kurumuş, sarı yapraklarla kaplı soğuk ve ıssız toprağa. İstemediği açıkça belliydi aklından geçenleri, hissettiklerini ve henüz düşünmeye bile korktuklarını görmemi. Yine o eğlensin diye perde çektim gözlerime ve bağırdım avazım çıktığı kadar. “Hadi yine oyun oynayalım! Bul beni!” Kalp odacıklarımdan taşıp, kapakçıklarımı zorlayan derin okyanusları içimde hapsetmek, her adımda bir nehiri daha katmak onlara bir çocuk için fazla olguncaydı belkide. Fakat yaşam bana hiçbir zaman güzel sonlar hazırlamamıştı. Ve bu oynadığımız son oyunu suratımda patlayan sert bir tokatla sonlandırdı.

    Gözlerimi açtığımda birbirine kenetlenmiş, deli gibi sıkılan dişler ve bir çift buğulu mavi gözle karşılaştım. Evet, benimle eğlendiğini yanımda mutlu olduğunu biliyordum fakat bu burun buruna geldiğim durum okyanuslarımın tüm kıtalarımda tusunami etkisi yaratmasını sağlamıştı. Birkaç saniye hiçbir kelimeyi dökemeden dudaklarından öylece birbirlerine baktılar. Katy ise suskunluğu ikinci bir tokatla taçlandırarak tuzlu sularını hediye ettiği toprağa ayaklarını vurarak bağırmaya başladı. “Neden gidiyorsun? Neden! Ama asıl önemlisi ben bunu neden başkalarından duyuyorum?” Ağzının içindeki güzel, beyaz incileri öylesine bastırıyordu ki birbirine kelimeler harflerine bölünerek zorlukla sızıyordu aralarından. O anki aramızda bulunan tek fark ise; Katy tüm bunları yalnız kalacak olmanın siniriyle yaparken, ben ise karşılığı olmayan hatta karşılık dahi beklemediğim bir aşkın derin sızısıyla susuyordum. Aralıksız devam ediyordu yırtıcı sitemlerine. “Bana gitmek zorundaymış gibi yapma! Tamam, git defol!” Hızlı ve büyük adımlarla arkasını dönüp giderken haberdar olmadığı her şeyin huzurunu ileride yaşayacağından emindim.

    ----------------------------------------------------

    Kulaklarında yankılanan o cümle ve sonrasında beyninden tüm iç organlarına yayılan o kokuyla birlikte zihninde saniyelik bu kareler belirmişti. Tabi daha sonrasında o çoook uzak diyarlarda aldığı aşk haberleri. Yüce büyücü Leandros… Ancak Katy’nin tedirginliğini çok net bir şekilde hissedebiliyordu. Akrep ile yelkovanın birbiri ile yarışa girdiği bu büyük zaman diliminden sonra alacağı tepkiden emin değil gibiydi. Ahraz gözlerini kısıp yüzüne küçük bir gülümseme takınarak camda gördüğü aksine sırtını dönerek misafirini karşıladı. Ceketini biraz yukarı çektirip pantolonunun cebine yerleştirdiği parmaklarıyla güzel kadınının sağ elini hafifçe tutarak nazik ve yumuşak tenine minik bir öpücük kondurdu. Daha sonra ona masasının önündeki deri koltuklardan birini göstererek oturmasını söyledi. Kendiside sırtını ciddi sandalyesine yerleştirerek buğulu bıraktığı mavi gözlere sabitledi kendini. “Hoşgeldin Katy. Beni şaşırttın…”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cynthia Aristide
Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Cynthia Aristide


Mesaj Sayısı : 695
Yaş : 29
Kayıt Tarihi : 09/12/10

Karakter Detayı
Statü:
Uyarı:

Hiç Yoktan Eğlence Empty
MesajKonu: Geri: Hiç Yoktan Eğlence   Hiç Yoktan Eğlence Icon_minitimeC.tesi 13 Ağus. 2011, 15:22



    Pencereden süzülen ılık rüzgâr, kendisiyle beraber doğanın eşsiz kokularını getirmiş, gezintisine genç kadının saçlarından başlayarak vücudunda dolaşıyor, ciğerlerine tünüyordu yavaş yavaş. Doğa havasıyla henüz odayı etkisi altına alamamış olacak ki puslu anılarından kalan kokuyu seçebiliyordu hala. Pürüzsüz, beyaz ciltten akıp gelen, hayatının neredeyse belli bir bölümünü kuşatan koku eskileri de sürüklüyordu. Öğrenci yıllarından kalan Hogwarts gözlerinin önündeydi şimdi. Yitip giden yüzler yanı başında duruyorlardı. Lakin yine de bir hayalet gibi soluk ve cansızdılar. Tek bir yüz, tek bir ses daha kalıcıydı diğerlerinden. Mutluluğun hayat bulmuş hali kısacık bir dokunuşla asla tatmadığı yaşamlar bahşetmişti genç kıza. Ve o kısacık dokunuşun getirdiği sıcaklıkla nefes nefese kalmış, büyüdüğünü hissettikçe özlemle barındırmıştı kalbinde geriye kalanları. Genç adam ortadan kaybolup gittiğinden beri ilk kez karşılaşıyordu mavi gözlerle. Onca aradan sonra ilk kez bu kadar uzun bakıyordu o gözlere. Aslında zihninin biraz gerilerine gittiğinde ona kızması hatta şu an da bile buraya gelmemesi gerekirdi belki de. Daha neler olduğunu anlayamadan yalnız bırakılmıştı sefil ömründe. Büyük zannettiği dünyası bir anda küçülmüş, kendisi bile içine sığamaz olmuş, en sonunda kendi kaderiyle gömülmüştü oraya canlı canlı. Unutmak attığı her adımda zaten zorken okulun her köşesinde onu görüyor, aklının oynadığı oyunlarla başa çıkmak zorunda kalıyordu. Herkese umursamadığını söylediğinde kalbini kendi sözcükleriyle hançerliyor, kendini yaralıyordu. Sevdikleri birer birer sönüp kaybolmuşlardı hep. Mantığının en başından bildiği bu gerçeği kalbi kabullenememişti henüz. Her gün beyhude lafların anlamsızlığı içerisinde kaybolup değişim için söz veriyordu kendine. Fakat aşina olmadığı sözler dudaklarından çıkmadan artık olduğu gibi kalacağını haykırıyordu düşüncelerinde. Düşüncelerinin çelişen kısmı ise bunu riyakâr kılıyor, bozguna uğratıyordu genç kadını.

    Yaşadıklarını şimdilik bir kenara bırakmaya çalışarak gözlerini kırpıştırdı hızlıca sanki anıları asla geri gelmemek üzere gidecekmiş gibi. Yüzünü genç kadına dönerek hafif bir gülümsemeyle sunmuş, elini ise zarifçe tutarak küçük bir öpücük kondurmuştu. Zaman Ahraz’ın en ufak bir parçasını bile değiştirememiş gibiydi. Gözlerinin altına eklenmiş birkaç ufak kırışıklığı çok dikkatli bakınca seçebilmişti önce. İçinde birçok anıyı barındıran küçük kırışıklıklar bedenindeki değişimin kısa bir parçasıydı belki de. Ama Katherine’in asıl merak ettiği ise ruhundaki değişimlerdi. Geride bıraktığı Ahraz’dan şimdiye kalanlardan bir şeyler görmeyi beklemiyordu. Hayat, kimseyi olduğu gibi bırakmaktan hoşlanmıyordu. “Hoşgeldin Katy. Beni şaşırttın…” Ayaklarının oynadığı oyuna gafil avlanmayı kendisi de beklemiyordu. Fotoğraflarla bezenen aklı eskinin özlemiyle getirmişti genç kadını. Peki, neden buradaydı? Olanları unutarak tebrik etmek için mi yoksa geçmişini sorgulamak için mi katlanmıştı onca yolu? Artık mazi ile işinin olduğunu sanmıyordu. Onu çoktan toprağın derinliklerine kazımıştı. Toprağı her eşelediğinde mazi ile beraber kendi sonunu getirmişti belki de. Değiştiğini söylüyordu ama kendini kandırıyordu yine. Bir anda bencil biri olup kendi yarattığı dünyasında bile yaşayamıyordu daha. Sadece kendini düşünüp yalnızlıkla beraber olmaya hazır değildi. Gerçi bencil olsa da değişen bir şey olmayacaktı. Şimdi bile kulaklarında kendi sesi çınlıyor, kimsesizliğin duvarlarında yabancılaşan düşünceleriyle bir oluyordu. Fiziksel olarak zinde görünebilirdi. Ama ruhu içinde sıkışıp kalmış, ölmeyi bekler gibiydi. Düşüncelerine bir kenara bırakıp genç adamın gösterdiği deri koltuğa yaslanmış, içine çekiyordu havayı. “Bazen ben de kendimi şaşırtabiliyorum. Tıpkı şimdi olduğu gibi…” Mantığı kendi içerisinde savaşmaya başlıyordu. Bir tarafı olup biteni neden burada olduğunu acımasızca sorgularken diğer yanı geçmişten kareler sunuyordu önüne. Karmaşasını dışa vurmamak için gülümsemişti önce. Fakat bu gülümseme acı barındırıyordu aslında. Dudakları yukarı kıvrılsa bile gözleri bunun aksine söyler nitelikteydiler. Şu son birkaç aydır böyleydi hep. Keder ile bakan gözlerini küçük bir gülümseme ile perdelemeye çalışıyor, yaralarını bununla örtüyordu. Her defasında sargısı o kadar ince oluyordu ki yaraları bu sefer daha çok kanıyor, geriye yuvarlanıyordu. “Uzun zamandır yokluğuna o kadar çok alıştım ki geri gelmeni beklemiyordum aslında Ahraz.” Söylemek istedikleri bunlar değildi aslında. Bir anda ağzından çıkan beklenmedik sözcükler zihninin tercümanıydılar. Yıllar önce içinde bıraktıklarını haykırmak istemiyordu küçük bir çocuk gibi. Zaman, hışımla rüzgârını savurduğunda yıkılanlar geride kalmıştı zaten. Onları tekrar inşa ederek acı çekmek sonu görünmeyen uçsuz bucaksız bir yolda yürümek kadar yorucu, ölüm kadar yakın gözüküyordu.



    Spoiler:

    Birbirinden bağımsız saçma sapan cümleler oldu farkındayım. Şu sıralar böyle saçma şeyler çıkıyor benden.





Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hiç Yoktan Eğlence
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Mortal Instruments RPG :: Mortal Instruments :: Arşiv-
Buraya geçin: