Her şey bulanıktı. Yalnızca gördükleri değil, duydukları, hatta dokunup hissettikleri darmadağın oluyor, garip şekilli hortumlar gibi dönerek zihninin içinde yükseliyordu. Bunun nedenini biliyordu, ilk defa bu kadar ani olmuştu her şey, tek bir amaca odaklanan zihnini ayık, açık tutmak için gayret ediyordu. Buradan çıkmalı, saklanmalıydı. Bu düşünce yükselen adrenalinin içine hızla düştü, zihinsel karanlığında bu düşüncenin parlak ışığı çakıp zihnini uyandırdı. Bir anlık geriledi sancıları, kime söylediğini bilmeden “Affedersin.” dedi, hızla yerinden kalktı, birinin koluna uzandığını ona destek olmaya çalıştığını hissettiği anda elini hızla çekti. Kalabalık bir yerde olduğunu biliyordu, damarlarını tenin üzerinde hissederse dayanamayacaktı. Nasıl bu kadar ani gelişmişti her şey? Düz bir çizgide yürümeye çalışan sarhoşlar gibi yalpalayarak çıktı Ravenclaw ortak salonundan. Boğazındaki yanma geçmek bilmiyordu. Letje neredeydi? Yalnızca o yardım edebilirdi ona. Seslenmek istedi ancak başkalarının gelebilecek olmasından korkuyordu. Taş duvarlarını eliyle yoklayarak ilerledi. Arada bir demirden heykellere rast geliyor çıkardığı dağınık gürültüden rahatsız olarak, söyleniyordu. Tabloların fısıltıları, yükselerek yoğun bir uğultu oluşturuyordu zihninde. Böyle anlarda Hogwarts, o koca, güçlü bina üzerine yürüyordu sanki her yer kaçtığı büyücü ve cadılarla, diktatör profesörlerle doluydu. Kaçabileceği tek bir yer vardı, sığınacağı sırça köşkü; yasak koridor. Tam da onun sırça köşkü olmaya uygundu, karanlık, tozlanmış, eski, geniş, gizemli ve korkunç. Bu düşünce normal zamanlarda yüzüne çarpık bir gülümsemenin yayılmasına neden olurdu, şimdi ise gülümseyecek hali yoktu. Nefesi gitgide ağırlaşıyor, yakıcı bir şeye dönüyordu. Nefes almaya ihtiyacı olmayan bir yaratığın kendi nefesiyle boğulması ne ironikti, alışkanlıklar işte… Damarlarında dolaşan hiçbir şey yokmuş gibi, içinde ne varsa hepsi birbirine yapışarak kurumuş gibi hissediyordu. Bu yüzden kana, tüm bu yakıcılı geçirecek o sıvıya ihtiyacı vardı. Sakin ol, diye geçirdi içinden, daha önce atlattın şimdi de atlatabilirsin. Yasak koridorda bir yarasa, ya da sahibinden kaçan bir fare bulabilirdi belki, bu bir süreliğine dizginleyecekti onu. Hareketli merdivenlerde bulunmak hiç akıllıca değildi ancak daha kısa bir yol bulamıyordu. Adımını attı birine, güçsüzdü, yeterince hızlı hareket edemiyordu, gerçi güçlü olsa da istediği hızda ilerleyemeyecekti zaten, kimsenin dikkatini çekmek istemezdi. Burası bilerek girdiği bir hapishane gibiydi. Taştan duvarları istediğinde aşabileceği, aştığı anda her şeyini kaybedeceği demir parmaklıklar gibiydi. Boğulduğunu, böyle zamanlarda öyle çok hissediyordu ki, içindeki vahşiyi bırakıp birilerine saldırmamak için zorluyordu kendini. Kaç kez geçirmişti bedenine keskin tırnaklarını, kolları derin yaralarla kanamıştı, günlerce; yapmaya uğraştığı büyüler kaç kere tutmamıştı. Bambaşka biri olmaya çalışırken, kendini harcıyordu Letje.
Her şey bulanıktı. Üçüncü kattaydı sonunda, merdivenlerde şansı yaver gitmişti hiç değilse, hiç biri oynamadan varabilmişti koridora. Yangın gittikçe büyüyor, gözlerinin önündeki karanlık kenarlardan genişleyerek, odağa doğru ilerliyordu. Tenine batan yüzlerce minik iğneyi hissediyordu, göz rengi çoktan değişmeye başlamış olmalıydı, dişlerini daha belirgin hissediyordu çoktandır. Eski, her santimini ezberlediği kapıya uzandı, kilitli olmamasını diliyordu içinden, ittirdi, açılmadı. Asasını çıkardı odaklanmaya çalıştı, yapabilirsin, yapabilirsin, diyordu kendi kendine “Alohomora.” dedi, büyü sözleri sessizlikte çınladı, ancak kilit sesi duyulmadı, endişe ile etrafına göz attı Letje, öyle bulanıktı ki, ancak kimsenin yaklaştığını görmedi, tekrar denemeli, önünde durduğu eşikten geçmeliydi artık, “Alohomora.” dedi bir kez daha. Ses yine duyulmadı ancak kilidi ümitle yokladı, açılmamıştı yine. Gözlerinin önünde kırmızıya dönük yaşların oluştuğunu hissedebiliyordu. Elleri titriyordu, burada kriz geçiremezdi! “Lütfen, lütfen, lütfen!” dedi asasına doğru sesi çatallaşırken, bir kere daha “Alohomora.” dedi. Hareketin sesini duydu, hafif bir ışık asasının ucunda patlayıp söndü. Böylesi basit bir büyüyü üç kerede yapabilmek, nefret ettiriyor, geçmişi özletiyordu ona ancak şu anda bunları düşünecek zaman değildi. Kapıyı ardından kilitleyemeden eşikte sendeledi, yan duvardan destek alarak kapıyı üzerine örttü yalnızca. İlerledi, vücudunu kontrol etmekte zorlanıyordu artık, koridora kapı aralığından süzülen, ışığın biraz ilersinde duvara sürünerek yere çöktü. Çığlıklarını önlemek için elini ısırdı, güçlü, keskin dişleri bembeyaz teninde derin bir kesik açarken, o acı bile dizginleyemedi açlığının yarattığı acıyı. O anlatılamayacak kadar büyüktü. Asasını yanına gelişi güzel bırakmıştı. Geçecek, dedi kendi kendine, Geçecek, Rain. Neden o ismini kullanmıştı ki, bir çift mavi göz zihninde canlandı, öyle saf öyle temizdiler ki, içinde garip bir titreşim hissetti Letje, soyut bir titreşim. Üzerine düşen ışık genişledi ve tekrar küçüldü. Biri içeriye girmişti, artık kalkıp kaçacak hali yoktu Letje’nin. En azından şu acıyı üstünden atmasına yardımcı olabilirdi gelen. Oysa bugün öldürmek istemiyordu, birini ısırmak da istemiyordu okulda. Asasını kullanarak beslenirdi okulda ancak, kimsede dişlerinin izini bırakmak istemezdi. Ve kimseyle bağlanmak da istemezdi. Bu yüzden daima periyodik beslenir, yaralar ve unuttururdu. Bu durum kontrolünden çıkıyordu bugün, asla öldürme karşıtı olmamıştı, birkaç durum dışında ancak öldürmeyi bugün kendisi seçmemişti. Durumdan hoşnut değildi, bu yüzden karanlığa doğru korkunç bir sesle “Gelme.” dedi. Ancak yabancının ayak sesleri tüm o bulanıklığın içinde yükselerek yaklaşıyordu. “Gelme dedim!” diye haykırdı çatallı sesiyle, bir canavarın sesiyle. Sonra bakışlarının tam önündeki silueti süzerek yüzüne döndü Letje, elinde sımsıkı ona doğrultulmuş asasıyla bir çift mavi göz vardı. Bembeyaz bir tene işlenmiş, masmavi gözler loş ışığın tam kaynağında duruyorlardı.
Hiç böylesini hissetmemişti. Böyle darmadağın ve böyle alçalmış yani. Yıllardır yaşadıkları, sancılarıyla birlikte karnının üzerine saplanan zarif ancak paslı kılıçlar gibiydi, zihnine her dokunuşları bir hastalığın, ölümün habercisiydi. Doğduğunda ona hediye edilen tek şey vahşet olmalıydı, böylece çok kolay alışmıştı, birinci hayatının naifliği üzerinde kanlı izler bırakan ikinci var oluşuna. Belki de bu yüzden her avlandığında daha çoğunu isteyen durdurulamaz açlığının büyümesini, aldırmaz bir ilgiyle izledi. Kendi var oluşunu ikinci hayatında sorgulayan onlarca kişiyi tanımak bile onun kendi var oluşunu sorgulamasına neden olmamıştı. Nedenini bilmediği bir şekilde kabullenmiş ve ne sımsıkı tutunmuştu bu duruma ne de kendini bırakmıştı. Sartre’nin de dediği gibi, sadece vardı, hepsi bu. ancak şimdi yine onun söylediği gibi bu dert de öyle belirsiz, öyle somut ki utanıyordu bu yüzden. Onca zarar ve yıkım yalnızca onun dünyasında var olan kurgusal karakterlere yapılıyormuşçasına umursamazdı. Her kurbanının başka bir dünyası olduğunu düşünmemişti. Hele hele geçmişinden sıyrılıp gelecek bir gölgeyi hiç düşünmemişti. Olansa buydu. Onu, ancak bir romans karakterine ait olabilecek bembeyaz tenine çizilmiş sert hatları, o derin mavi gözleri gördüğü ilk andan beri biliyordu bu anın geleceğini. Geçmişinin kılıcını kuşanıp, dünyaya yarım kalmış işleri, daha doğrusu intikamı yüzünden hapsolmuş savruk bir hayalet gibi geleceğini biliyordu. Yalnızca böyle olacağını geçirmezdi aklının ucundan, yarım bıraktığı bu şeyin, bir bumerang gibi tam eline düşeceğini düşünüyordu belki. Öyle olmamıştı, kendi yarattığı bu yenilemez silah elinde patlıyordu şimdi. Onlarca yıllık yaşamının son anı mı gelmişti? Hayır, böyle olmamalıydı, buna izin vermeyecekti genç kadın. Yenilgiyi kabullenemiyordu, damarlarında kuruyan kanın ısındığını hissetti. Kalkıp ona hala yaşadığını göstermeliydi, elinde tam yüzüne doğrulttuğu asasıyla bir büyücü duruyor olabilirdi ancak Letje bir kere ölmüştü, ondan daha deneyimliydi, ölümün geldiğini hissederdi, bir kere daha ölemezdi. Karanlığa karışan sesiyle birkaç büyülü sözcük fısıldadı genç adam, asası hiç bilmediği bir yöne gitmişti. Bu yorgun yüzünde savruk bir gülümsemenin oluşmasına neden oldu, sanki kullanacak gücü varmış gibi…
“Canın yanıyor değil mi? Öyle, o zaman hissettiğinden çok daha fazlasını hak ettiğini bilmeni istiyorum.” Bunu Pissarro’nun fırçasından çıkma kusursuz hatlarında öyle açık görüyordu ki Letje, yüksek sesle söylemesi bir alay gibi gelmişti ona. Acı çekiyordu, vücudunun içerisinde ve dışında binlerce görünmeyen kâğıt kesiği vardı, hepsi ayrı ayrı sızlıyordu ve bu yetmiyordu öyle mi? Kardeşine, acı vermedim, demek istedi, öyleydi, genelde korkunç bir acı çektirmezdi. Ancak görüyordu ki, o küçük masumiyet yalnızca Letje’yi değil karşısındakini de kirletmişti. Masumiyet onları kirletmişti, evet. Onu katlederken kirlenmişti Letje ve Théodore masumiyetin ardında kirlenmişti. Bu yüzden kimseye acı çektirmediğini iddia edemezdi, o küçük çekmediyse, onun yerine abisi, yok olan o dünyanın içine aldığı bu büyücü acı çekmişti. Bir büyülü fısıltı daha sessizliği böldü ve Letje bileklerine yayılıp, onları sıkıca zemine bağlayan ağır metalleri hissetti. Zincirlere ne gerek vardı, gücünün olmadığını görmüyor muydu? Gözlerini kısa bir süreliğine kapadı yalnızca biraz kan istiyordu, biraz kan ve… Gözlerini onun kokusunu çok yakında hissettiğinden açtı. Güzel çehresi tenine öyle yakındı ki, nefesi kızın yüzüne vuruyordu. Bir saniye o şokla kalakaldı, bunun nasıl bir tehlike olduğunu bilmiyor muydu? Onu camdan bir fanusun içindeki zehirli bir yaratık gibi izliyordu mavi gözleri, tek fark fanusun olmayışıydı. Yaklaştıkça kalp atışları Letje’nin kulağında patlıyordu. Ona ulaşmalı, kokusunu hissettiği teni delip geçmeli, damarlarında akışını hissettiği o muhteşem sıvıyı tatmalıydı. Boynuna atılmak, onu kaçırabilirdi, şu anda ondan defalarca kez üstündü. Onu hareket edemeyecek hale getirmeliydi. Gözleri gözlerinden ayrılmadan hemen önce öne doğru uzandı, dudaklarına yapışırken, bedeninin kaskatı kesildiğini hissedebiliyordu. Dili ve dudakları onu gittikçe daha çok kendine çekerken, o güçlü haz arasında, incecik tenine keskin dişeriyle küçücük bir kesit açtı. Kan dudaklarından geçip boynundan aşağıya akarken müthiş biir güç ve serinlik hissediyor bütün varlığı, yeniden doğruluyordu. Görüntü netleşiyor, az önce kontrol edemediği kasları tonularını kazanıyorlardı. Bu kadarının yetmeyeceği doğruydu ancak zincirlerini kırabilirdi artık, tek eline asıldı hızla, metal gürültüyle ayrıldı zeminden. Letje elini Théodore’un kolunda kaydırarak omzuna, oradan da ensesindeki saçlara ulaştırdı. Ancak bu hareketi, Théodore’un uyanmasını geciktirmeyecekti elbette aralarında, göğsüne değen asayı hissedebiliyordu hala. Yine de o çekilmeden önce durmak, dudaklarındaki o tadı, bütün vücudunu sarsan hazzı bırakmak istemiyordu.
Théodore’un kanı bedeninden büyük bir haz dalgası ile vampirin bedenine güç taşırken, uyandığını hissediyordu, etraftaki yıllanmış eşyalara özgü toz kokusunu aldığını, loş ışığın aydınlanıp, karanlıkta gören gözlerinin önündeki perdelerin kalktığını ve ona doğru eğilen bedenin arzularını dindirecek varlığını hissediyordu. Dudaklarına bıraktığı kanlı öpüş, büyücüde de kuvvetli bir hazzı tetikleyecekti ancak kanı ne için istediğini fark edebilecek kadar zekiydi bu kusursuz yaratık. Yağmurun, taş duvarlara, yıllanmış pencerelere hızla, bir nefreti dövercesine vurduğunu duyabiliyordu artık. Bütün dünya onun için tekrar doğmuştu, Théodore’un dudaklarında, ona ölümü vermeye gelen, hayat bahşetmişti. Bu düşünce öyle güzel ve masum gelmişti ki ölümsüze, içinde bir şey parçalanmışçasına büyük, gırtlaktan gelen bir haykırışla, kendini ondan uzaklaştıran adam kalbini kırdı. Oysa masumiyeti, ona karanlıkta verilen aydınlık bir sufle gibi, ayıltmış ve devam edebileceğine inandırmıştı onu. Ölümün kendisine umut, pek gelmezdi. Mavinin en derin tonundaki o gözlere yerleştirmiş olduğu öfkeyi görmek, nadide umudunu tüketmişti. Ölmek istiyorsa, öldürecekti. Ondan aldıkları, onu bu kadar korkunç yapıyorsa belki, belki gerçekten ölmeliydi, bu hesaba göre kendisi de ölmeliydi ancak ölü olanı öldürmek mümkün değildi. Théodore’un asla gerçekleşmeyecek bir adaletin peşinde koştuğunu fark etmesini istedi o an delicesine. Keşke o da asasını elinde tutan o kıza dönüşebilseydi, keşke ölümü seçme şansı olsaydı Letje’nin de. Bunu yalnızca şimdi istiyordu, eşitliği sağlamak için, keskin dişleri yerine kullanabileceği bir asası olabilseydi… Hala kolunu tutuyordu tek eli, ancak büyücü bunu umursuyormuş gibi görünmüyordu. O her şeyi göze almıştı, gözlerinde ölüm korkusu yoktu, onu korkusuz hale getiren intikam isteği miydi? Bu çocuğun yıkılan dünyası neden böyle etkiliyordu onu? “Bana onu anlat.” dedi ve saatin tik takları yavaşladı Letje’için, adagio bir parçanın ortasında buldu kendini, yağmur bile daha yavaş düşüyordu. “Ölmeden önce çığlık attı mı?” İğrenir gibi dokundu yüzüne düşen, kızıla çalan yaşlara. Geçmişin gölgesi, ağır deri kaplı bir kitaptan fırlıyordu, midesinde açlığından daha yakıcı bir şey hissetti. Düşen bakışlarını, büyücünün güçlü kollarının omuzlarında yarattığı sarsıntılarla topladı tekrar yüzünde, o derin mavilikler irileşmişti, kendininkilerde öyle görünüyordu muhtemelen. “Onun ruhu ölümsüzdür. Ben onun için dua ettim, çok dua ettim.” Gözlerinin üzerinde kendisinin asla sahip olamayacağı şeffaf bir ıslaklık birikmişti, durgun gölleri gibi, onlarda akmıyordu. “Dirilttim onu, yağmur yağıyor, duyuyor musun sesini? O gece de mi böyle çığlık atıyordu? Başkalarının kendisini dinlememesinden nefret eder, biliyorsun değil mi? Peki dinledin mi onu?” Çıldırmış gibiydi, her hareketi kontrol edilemez, hükmedilemez karanlık bir yanından fışkırıyordu. Boynuna dolanan elleri gittikçe daha çok daha çok sıkıyordu onu, nefese muhtaç değildi belki ancak kafasına muhtaçtı, bu yüzden tırnakları boynunu yarıp, korkunç bir acı eşliğinde etine saplanırken, çığlık attı. Aynı anda asası özgür bırakmıştı hala bağlı olan kolunu da,“Cehennemi seninle ziyaret edeceğim, Letje.” dedi Théodore, buna gerçekten inanıyor muydu?
Öfkesini kontrol edemeyen bir canavar gibi boynunda kasılan kolları tuttu Letje, onları kendinden uzaklaştırırken, Théodore’un yüzünde gördüğü ifadeyi asla unutmayacaktı, bir zaferdi onunki, bir şeyleri kazandığını biliyor ve korkmuyordu. Kollarını tutarak, yerinde döndü Letje, asası hala elindeydi Théadore’un ancak Letje’nin almaya niyeti yoktu. Duvara yaslanmış oturan Théodore’du artık, Letje kucağında oturduğu halde hala kollarını ikisinin arasında tutuyordu, asa hala ona yönelmişti, zaferi kesin excalibur gibi. Sakinleşmesi için ona zaman vermeliydi, boynundaki yaranın kapandığını hissediyordu ancak hala sızlıyordu. “Önce dinle, bilmek istiyorsan duyacaksın.” dedi, az önceki bütün davranışlarına zıt sesine benzer şekilde onun. “Kardeşinin gidecek bir cenneti var, Théodore senin de gidebileceğin bir cennet.” Duraksadı, “Ancak benim gideceğim bir değil cennet, bir cehennem bile yok.” Hatlarını sert ve sabit tutmaya uğraşıyordu. Dudaklarına eğildi tekrar, az önce açtığı yara hala tazeydi, gözlerinin önünde kovulmuşluğun izleri birikirken, o sıvıyı içine çekti, ikisinin de bedenlerine tam o noktadan yayılan doyum hissini hissetmesi için bir süre devam etti, sonra istemeyerek çekildi, “Kardeşinin hissettiği, buydu Théodore, belki biraz daha fazlası. Çığlığı yalnızca beni anne ve babasını öldürürken gördüğünde attı, tıpkı senin gibi.” Sesi çatallaşıyordu artık, “Bıraksaydım o da böyle olacaktı! Tıpkı senin gibi geçmiş onu ezecekti. Siz Théodore öyle bencilsiniz ki, yalnızca hayatlarınızdan bir kişi daha gittiği için üzülüyorsunuz, üzüldüğünüz ölüm değil! Ölüm korkutuyor ancak üzmüyor sizi. Sonra yine bencilce kendi dünyanıza kapanıyorsunuz.” Kollarını serbest bırakarak yüzüne dokundu, ona iyice yaklaştı, “Bense her şeyi hatırlamak zorunda, bununla yaşamak zorundayım.” Niçin ağladığını bilmiyordu, ilk defa bu kadar kırılgan hissediyordu, mahvetmişti onu bu genç adam, dağıtmıştı. İçinde bir yere dokunmuştu. “Asanın ucundan çıkacak bir alev patlaması beni öldürmeye yetecek, ancak sen öldürdüğünü bile bile yaşamaya devam edebilecek misin?” Derin bir nefes aldı, büyüyü yapacağını sanmıyordu ancak göğsünün üzerinden yayılacak korkunç bir ısıdan kaçmaya hazır olmalıydı.
Dudaklarından dökülen her sözcük zehirli bir bıçak yarası açıyormuşçasına dağılıyordu karşısındaki portrenin hatları, karanlığı fonuna alan, parlak iki derin mavi kuyunun ve inatçı sert hatların kusursuz portresi. Belki böylesine ağır ve böylesine yalnızlara özgü konuşması doğru değildi, çünkü büyücü “dua ettim, çok dua ettim” derken koruyamamıştı sesinin soğukluğunu, o kendinde ayrı bir canlıymışçasına dağılmış, titremişti havada. Yalnızca yalnızlar söyleyebilirdi Letje’nin sözlerini, kurttan önce vampir öyleydi. Bu yüzden gittikçe daha karanlığa çekmişti sözleri Théodore’u, dayanılmaz yakıcı bir nefretti büyük ihtimalle hissettiği. Ancak o da acımasızdı, esirgemeden “İnsan oluşunun üzerinden o kadar uzun zaman geçmiş ki… Ancak senin gibi bir canavar duygularımı böylesine aşağılayabilir. Dinleyecek kulakların var ama ne yazık ki duyduklarını hissedecek bir kalbin yok.” dedi asasını indirirken, bir an gözlerinde empatiyi gördüğünü sandı vampir, oysa onun gibi bir yaşamı, hiçbir insan tam olarak hissedemezdi, hele de böylesine nefret dolu bir insan… Sözleri söylediklerinin tam aksine tam kalbinde acıyı hissetmesine sebep oluyordu “O’nun kim olduğu hakkında hiçbir fikrin yok. Kanı sana tüm yaşanmışlıklarını verse bile seni sevdiği zaman gözlerinin içine nasıl baktığını bilemezsin, hak etmediğin kadar güzeldir.” Duraksamadan devam etti, bakışlarını bir an olsun kaçırmıyordu gözlerinden “Seni bekleyen, senin için hep orada olacak bir cehennem var Letje. İnsanların gözlerinde ve kalplerinde.” Yutkunamadığını hissetti Letje, kendi sözlerinin büyücüde yarattığından çok daha ağır ve etkiliydi büyücünün sözleri, uzun, çok çok uzun zamandır ilk kez bu denli yorgun, bu denli belirsiz hissediyordu kadın. Bakışları gittikçe kararırken Letje gözlerini kaçırdı, üzerinde oturduğu beden nasıl etkileyebiliyordu onu, o hissetmez, sadece yapardı. Bu kez daha fazlası vardı, sanki bu büyücü bir zamanlar olduğu kişiye dokunmuştu, içerlerde çok derinlerde bir yerde. Bir an arınabileceğini düşündü, dışarıda delicesine yağan yağmur onu affeder miydi? Hissetmeyeli uzun zaman olmuştu, gerçekten öyleydi, bu yüzden duygular ona çok ağır geldi. Büyücünün sözleriyle tekrar yüzüne döndü, “Yaşamayı hak etmediğin kadar ölümü de hak etmiyorsun.” Sonra her şey değişti, karanlıkta parlayan ve üzerine gelen bir şekil gördü, bu şimdiye kadar hep sıyrılabildiği ağır metaldendi. Ve tam göğsünün üstünde bir alev, bir zehir, bütün o bildiği yakıcılıklardan daha güçlüsünü hissetti, bir an bütün vücudu kilitlendi, sonra yavaş hareketlerle damarlarındaki kopkoyu kanın çekildiğini hissetti. Bir zafer kazanmışçasına kıvrılan yüz hatlarına bakarken gözleri buğulandı, o an yani ölürken bir kez daha anlamıştı, hissetmek zayıflık demekti ve vampir kendini yalnızca bir kere bu zayıflığa bıraktığında, bedeli ölüm oluyordu, bir daha doğmamak üzere. “Gözlerimin içine son bir kez daha bak Letje, orada ölümden korkan bir adam görebiliyor musun?” Keşke görseydi, bakışlarını mavilerinden uzak tutmak için gözlerini kapadı, omzuna uzanan koluna damladı o an biriken tüm hisleri. Ancak karşısında David vardı sanki taştan yapılma bir mükemmellikten ibaretti, yüzüne eğildi, hükmeden bir öpüşü bırakırken dudaklarına “Kazdığın mezara düştün aşkım, biliyorsun.” dedi. Kuyu yoktu, demek istedi Letje, ancak yararı yoktu artık. Bütün hissettikleri ve hissettirdikleriyle ölüyordu, bir daha doğmamak üzere. Théodore, kalktı, Letje’nin kaskatı kesilen bedeni, loş karanlığa uzandı boylu boyunca, gözleri hala açıktı, onu değiştirebilecek tek adam, günahlarından arındırabilecek tek Mesih, çekip gitmişti.
Öylece, saatin yelkovanı ilerlemeden uzunca bir süre durdu Letje, hissizliği ölümünde terk edip giden sevgilisi gibiydi, yoğun bir acı, dağılmışlık ve yenilgi vardı bıraktıklarında. Koca ömründen geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Dünyaya hiçbir şey bırakmadan mı gidecekti? Gidemezdi, ne zamandır böyle kolay pes eder olmuştu, düşünmeli ve kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Zihnini yoklayıp ona yardım edebilecek tek kişiyi, adını Letje yapan o kişiyi aradı, bulamıyordu. Değişim geçirmemiş olmalıydı ve kim bilir ne yapıyordu şimdi. Gözünün önünde büyük salon canlandı, Letje’nin güzel yüzüne aydınlık düşüyordu, belki gülümsüyordu ya da yemek yiyordu belki. Onu hayal ederek ölmenin güzel olacağını düşündü vampir, son gördüğü güzel bir yüz olacaktı. Ona ulaştığını sandığı bir anda zihninden haykırdı, ulaşıp ulaşamadığından emin değildi ancak görüntü hemen ardından değişti. Sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü bir meleği izliyordu şimdi, ağlıyordu melek ve dehşet içindeydi, ölüm sebebiydi Letje’nin adında yaşatmaya çalıştığı Rain’di. Ne çok benzediklerini şimdi fark ediyordu, belki de gerçekten onu yaşatmak için bir şans verilmişti ona, çaldığı gencecik yaşamı telafi etmek, onun adına hayallerini kurmak için uzunca bir yaşam hediye edilmişti ve hiçbir şey yapamadığından alınıyordu elinden. Belli belirsiz gülümsedi, öyleyse haklı çıkarmıştı cellâdını. Karanlık bir anlığına aydınlandı, takırtılar arttı, birinin geldiğini hissediyordu Letje, kaçmaya mecali yoktu, ya kurtarılacak ya terk edilecekti yeniden.
Şimdiye kadar, yani bu boş, tozlu koridorda boylu boyunca uzanıp, karanlığın gittikçe daha çok görüşünün kadrajına girdiğini hissettiği şu ana kadar, ölüm sonsuzlukta bir yerlerde, ondan çok uzakta, kapalı ve kilitli sandıkların içindeymiş gibi geliyordu ona. Yolu bazılarına göre oldukça uzun olabilirdi ancak kendisi için henüz başlamamıştı bile, yapmak istediği çok şey, gitmek istediği çok yer ve tatması gereken çok haz vardı. Bir yağmur damlasının vitray camlara düşüşü gibi, gelip geçici bir leke olmak istemiyordu, süzülerek düşmek değil, sonsuz bir uçuruma atlamak istiyordu o. Ve o an anlıyordu ki, uzaklığından hiç hayal etmediği ölümü daha romantik olsun istiyordu, hiç almadığı bir nefesi verirken yalnızlığı üzerinden atmak istiyordu. Kontrol edemediği yüz hatları, balmumundan yapılma bir heykel gibi yavaşça eriyor, arada bir seğiriyordu. Saçları girilmeyen koridorun yıllanmış tozuna dolanmıştı. Garip bir biçimde, renksiz bir heykel olabilirdi o da bu koridorda, cesedinin üzeri örümcek ağlarıyla örtülür ve dehşeti biraz daha arttırırdı her daim canlıymışçasına bakacak gözleri, tam göğsünün üzerinde durup, bütün hücrelerine donuk bir ölümü yayan o hançer, koyu renkli kanının izleri üzerindeyken ay ışığında parlar, yolunu buraya çeviren öğrencilerin kâbuslarına girerdi. Bu yaşayacağı anlamına mı geliyordu? Öyleyse bile, karabasanlarda yaşamak korkunç geliyordu ona. Oysa buzdan teninin en çok yakıştığı yerdi orası hiç kuşkusuz. Yaşayabilecek yalnızca bir yer daha biliyordu, şairin dediği gibi ölünce de şiirler okutacağı yoktu, ancak Letje yaşatabilirdi onu. Letje, bambaşka ve aynı olduğu tek yaratık, bütün farklılıkları ve benzerlikleriyle o. Üstelik bir dengeden de çok uzaktı o olmak, hiçbiri Demokritos olamıyordu, Herakleitos’tu onlar, diyalektiğin gülen kutbu yoktu onlar için, tek kutupluydular, bu bağlamda diyalektiğin onlar için var olduğunu düşünmek de yanlıştı. Oysa ne oldukları bile çelişkiliydi. Emin olduğu tek şey, varlığında Letje’nin de var olduğuydu. Bu durumda o yaşadıkça ölmeyecekti. Bu düşünce derin bir huzur duymasına sebep oldu, kontrol edemediği bir tebessüm yine istemsizce düştü yüzüne. Ölmüyordu. Bu düşünceyle birlikte yarasının etrafında yakıcılıktan uzak, sıcak bir dokunuş hissetti, canlılık gibi bir şey, etkisi gittikçe artıyordu. Göğsünün üzerinde hem ölüm hem de yaşam vardı, bir birine dolanan iki mutualist canlı gibiydiler. Yağmur kulaklarında dolambaçlı retro bir fon müziğini oluşturuyordu. Notalar minör gamda yükselip alçalarak her yeri siyah beyaza boyarken, mavi gözlerini kapattı vampir. Bir yarısının dünyada olması onu hafifletiyordu, ölürken günahları gözünün önünden uzaklaştırılmış gibiydi, yerine yapılmış iyilikte yoktu ancak bulunduğu yer cansız bir fotoğraf karesi halinde, nötr donuyordu.
Karanlık bir ışıkla gölgelenirken, canlılığı göz kapaklarını açmasına neden oldu tanıdık bir sesin tüm o dağınık notaları bölen haykırışı “LETJE!” o an kadrajdan çıkmak için seslenmek istedi ancak boğazında düğümlenen, garip havasızlık ne ileri ne geri gidiyor, sesine yol vermiyordu. Ancak kurtuluşunun yaklaştığını biliyordu Letje, kurt onu bulur ve terk etmezdi. Adımlarının sesi yaklaşırken, dudakları kelimelerin dökülmesi için tekrar aralandı ancak fayda yoktu. Varlığını tüm canlılığıyla yanında hissetti, elleri göğsünün üstündeki hançere uzanırken, dudaklarını ısırdı ancak çekerken bıraktığı acının karşısında çığlık atmadan duramamıştı. Olduğu şeye çok yakın bir haykırış koptu gırtlağından. Ona ölümü getiren o nesneden ayrılmak istemezmiş gibi onunla birlikte kalkmış ve bıraktığı boşlukla birlikte tekrar yerine oturmuştu vücudu. Ardından ensesindeki güçlü kavrayışı hissetti, vücudu o tanıdık bedene yaklaşırken ses çıkarmıyordu. “İç.” dedi Letje tereddütsüz, reddedecek değildi, bembeyaz teninde güzel, şehvet dolu bir iz gibi parlayan kana yaklaştı, kurt başını geriye atarken dudakları tenine değdi. Lanetinin karşılığı koca bir zevkti, dudaklarından tüm vücuduna yayılan, içti, saçlarının arasında şefkat dolu o dokunuşu hissederken, içti, buğulu sesi kulaklarına teselli sözcükleri bırakırken, içti. Onu kutsal şarap gibi, cennette bir nehri tadar gibi içti. İçtikçe damarlarında güçlü, yaşayan bir şeyin değişerek uyandığını hissediyordu. Her şey akardı. Bu kez her şey tersine akıyordu, Letje’nin içinde. Bu gece kâbusuna giren melek onu uyuduğu rüyalarda uyandırmıştı, değişimi her yerinde hissediyordu, ona göre olmayan kalbi de dâhil. Daha fazlasını alamazdı Letje’den zaten yeterince güçsüz bırakacaktı bu onu. Dudaklarını üzerlerinde hala kan olduğu halde çekerken, kızın güzel yüzüne eğilip, dudaklarına kısa bir öpücük bıraktı. “Teşekkür ederim.” dedi ardından neler olduğunu sormasına fırsata bırakmayarak. O hem olmak istediği hem olduğu insandı.
“Artık ödeşmiş olduk.”
Vampir, bir yerlerde, derinlerde bir yerlerde bütün hayatını uykuya yatırmış, mağrur küçük kızı hissediyordu. Ardı ardına dürtüyordu bugün geçmiş onu, zihninin tozlu kapakları açılmak, hatıraları acımasızca zihninin duvarlarına yansımak istiyordu. Kilitli, tozlu sandıkların arasından uzanan bembeyaz bir eli hatırladı, kir pas içerisinde, gözlerinde ölümün yaklaşan soğukluğu, üzerinde yağmur tozları olan uzun siyah saçlı küçük bir ruhun elini. Dudaklarına yayılan kırılgan gülümsemeyi engelleyemedi, hayatı boyunca yaptığı tek güzel şey onu tutmak olmuştu, üstelik onu bile kan uğruna, açlık uğruna yapmıştı. Yıllardır bu yüzden hiç vicdan azabı çekmemişti, öyleyse bu gün neden sinesine çekemiyordu. Théodore, göğsünün üzerine yalnızca gümüşü değil, ağır kocaman bir bulutu da bırakmıştı, geçmişi özgür bırakıp, içindekileri dışarıya çıkaran, sakladıklarını güneşe aslında onun için en ölümcül şeye uzatan bir bulut, dağınık bir bulut, Letje’nin daha önce hiç tanışmadığı, soyut bir bulut. Daha önce hiç dokunulmamış gamlarını geziyordu birileri notalarının, hiç yağmura karışan bu çeşit bir şarkı duyduğunu hatırlamıyordu. Kulaklarına akarken, darmadağın eden bir şeydi bu, götürdüğü kadar koymuyordu yerine, geçtiği her yerde açık renkli bir boşluk bırakıyordu. Dayanılmaz bir hafiflik… Kısa bir süreliğine gözlerini kapattı Letje, ağzında günahın mayhoş tadı, gereksiz kalp atışlarını dinleyerek, kısa bir süreliğine ve hiç açılmamacasına kapattı gözlerini. Onu uyandıran bu şeyden, uzak kalmak istiyordu sanki anılarından, yaptıklarından, yüzüne vurulan günahlarından. İlk defa bu kadar uzak hissetti kendine, anladı ki, hiç tanışmamış daha önce Letje ile. Gözlerini açtığında görüşünü bulandıran pembe yaşlara gitti eli, soğuktu, yine bundan yıllar öncesindeki gibi. Parçalarcasına sileceği gözyaşlarını hafifçe okşadı sadece, elmacık kemiğinin üzerinden kaydı eli, dudaklarından yaşamı sildi, borcunu sildi. Zihnini bir daha böylesine özgür bırakmayacağına yemin etti, açılmaya yüz tutan sandıkları kilitledi, ifadesini katıya, buza çevirdi. Acizliğe, zayıflığa gerek yoktu. Zayıflar bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar, sözü geçti aklından, en uygun olanı buydu, ona en uygunundan gelmişti. Letje, dünyanın merkezinde ve hiçbir yerindeydi, bütün ırkı gibi, kimsenin bir yere koyamadığı ancak varlıklarını inkâr edemediği o lanetliler için söz verdi tekrar, zayıf olmayacaktı. Zaman onu ezip geçemeyecekti, ölüler geçmişte kalırdı. Bakışlarını kurtarıcısına çevirdi, “Hayır, asla ödeşemeyeceğiz Letje, sen asla bir çocuk olmayacaksın.” diyordu. Haklıydı, dalgın dalgın gülümsedi Rain. Nasıl bağlanmıştı ona, nasıl sahiplenebiliyordu vampiri, nasıl hala yanında durabiliyordu, hiç anlamıyordu Rain. Hoş, kendi hislerini de anlamıyordu ya… Düşünmezdi sadece. Hisleri düşünmek onun hayatında var olmayacak bir sihirdi.
“Yine kanla kaplı bir gece, sen ve ben ise sonunda duruyoruz. Söylesene Letje, benden neden kaçıyorsun?” İlk gün ki gibi, demek istemişti Letje, yalnız gülümsemekle yetindi. Yaklaşanları biliyordu kurt, vampirin onu tanıdığı kadar iyi tanıyordu vampiri. İçindeki çalkantıları hissediyordu, durulan suları da. Letje’nin nerede duracağını da kestiriyor olmalıydı çoktandır, kaçmıyorum diyemezdi yani, ortada olanı saklamak saçma olurdu, hele de Letje’den. Eli yarasının üzerine kaydı, neler değişiyordu? Havada asılı kalan dalgalanmayı teninde çiğ damlaları gibi hissediyordu vampir, ancak gelecek olanı umursamıyordu, tek derdi Letje’nin bunu umursuyor oluşuydu. Stabil bir hayat çizmişti Rain kendine, kurtla birlikte, ancak Letje’nin yapısı buna uygun değildi, o açılmak istiyordu, yaşam onun içinde ölmemişti henüz, Rain kadar. İçinde bir yerlerde yağmurun son damlası okyanus tabanına değdi. Bir gün ellerinden kayıp gidecekti, garipçe kıskanıyordu onu dünyadan. Yarası kapanıyordu, hiç iz bırakmamak üzere gidenler gibi olmayacaktı bu gümüş iz bırakırdı, ancak bu yarada gümüşten farklı bir şeyler olacaktı, biliyordu vampir. Ancak yadsımak kolay geleceğinden öyle yapmayı planladı, olanlar hiç olmamış gibi yaşayacaktı, zaman bunu öğretmişti. Gerektiği ve öğrendiği gibi yalnız ölmeyi tekrar hatırlayacaktı. “Senden kaçamam Letje, biliyorsun. Bu kendimden kaçmak gibi bir şey olur.” dedi gözlerinin içine, “Yalnızca, özgür bırakıyorum seni, biraz, olması gerektiği gibi.” Dudağının kenarına alışıla gelmiş gülümsemesi yerleşmişti yine, bakışları karanlıkta bir noktaya kaydı, konuşurken gözlerini kaçırırdı sık sık, itiraf edemese de, bunu gerçeklerden korktuğunda yapardı. Ya da emin olamadığında söylediklerinden.
Sessizlik, eriyerek sıvılaşmış kurşun gibi ağır havaya yayıldığında, güzel değildir. İki insanın arasında sessizlik ancak bulutlar gibi gök boşluğuna çekilebilecekse güzeldir. Letje ile aralarında büyüyen hafif olanı değildi, büyüyen ve gittikçe civa soluklarını arttıran bir şeydi. Kurt dalgındı, dağınıktı bakışları, hem bir şeyleri hatırlıyor gibi hem hiçbir şeyi anımsayamıyormuş gibi. O an düşündüklerini içinde hissedebilirdi Rain, kanı göz rengini hala o koyu kırmızıda tutacak kadar canlı ve akışkandı damarlarında. Gözlerini kapattı. Letje’nin büyük bir şey duyduğunu hissediyordu, bu bir zamanlar tanıdığı, muğlâk hayatına dair bulanık hatıralarını arasında rastladığı bir duyguydu, dudakları hafifçe kıvrılırken, aşk, diye düşündü. Önce birbirlerine duydukları şeyi hissettiğini düşündü, bağlarını… Ancak saniyeler geçtikçe, orada Letje’nin kalbine kendini yerleştirmek istediği yerde başka birinin durduğunu anladı. Clement… Nefret duyuyordu ona, kurtu kendisinden çaldığı için, hayatındaki tek şeyi aldığı için. Bir şairin elinden ilhamını almaktan, hayal çalmaktan farkı yoktu bunun! Onu tanıdıklarına hiç sevinmiyor, o günü zihninin içinde derin, karanlık bir yere gömmek istiyordu, ancak kurt yaşadıkça, o da onun tam kalbinin önünde ve Rain’in söz dinlemez hafızasının merkezine yakın, çok yakın olacaktı. Nasıl büyülemişti Letje’yi? Güzeldi, bunu Rain bile söyleyebilirdi ancak, ancak güzellikten başka hiçbir değeri yoktu vampirin gözünde. Kurt’un ise pi sayısı olmuştu, o olmadan düzgün doğru dürüst bir şekli bile olmayacaktı sanki Letje’nin, dağılacak, eriyip yok olacaktı. Onu kafasından atmak istedi, Letje gözlerine, tam gözlerinin içerisine bakarken bu mümkün olmuyordu. Bira an başka bir yere, çok öncesine gitti zihni…
Güneş, dağılıp yayılarak süzülüyordu odanın içerisine beyaz perdelerin arasından, Edna kendi elini kaldırdı güneşe doğru, etten siperinin etrafında parlak kırılmalarla, hareler oluşturuyordu güneş, bakışlarını çevirdi. Yanında uzanan, dalgalı saçlı genç adamın yüzüne kaydı eli, beyaz tenin dokundu, şakaklarından elmacık kemiklerine kadar kaydı. Bir meleğe benziyordu, onu alıp götürebilecek bir meleğe, uzaklara çok uzaklara… O da öyle demez miydi zaten? Gidelim, gidelim, geride ne bıraktığımız önemli değil, sen yanımda olduktan sonra. Gözlerini kapatmıştı genç kadın, orada olduğu için mutluydu, sonraki hayatında hiç bulamayacağı, hafif, aydınlık bir mutluluktu hissettiği. Gözlerini açtı tekrar, dudakları sıcacık kıvrıldı, bayıldığı buklelerine doladı parmaklarını, onu uyandırmamaya özen gösteriyor, ancak bir yanı da uyansın istiyordu. Kapalı gözlerinin ardında dudakları, zaferi tadan küçük bir çocuk gibi kıvrıldı genç adamın, Edna ne olduğunu anlayamadan bileğini yakalamıştı güçlü eli. Sonra gözlerini açtı, güneşin altın sarısına çevirip, şeffaflaştırdığı bal rengi gözlerini gördü kadın. Gülümsedi, bileğindeki el onu kendisine doğru çekti, sıkıca sardı. Durağan, dingin bir deniz gibiydi adam, huzur gibiydi.
Yutkundu Letje, işte bir de bu yüzden, nefret ediyordu Clement’den, ona özlediğini, bıraktığını, vazgeçmek zorunda kaldığını hatırlattığı için. Öfkeliydi. Kıskanıyordu kutru kendini layık gördüğü mutluluğa ondan önce sahip olduğu için. O kendi sığınağını kaybetmişti, onu kanlar içinde kollarında görmüştü ve bazen, işte böyle, Letje’yi ona kendinden daha yakın hissettiği anlarda onunda ölmesini istiyordu. Kanlar içinde ve sevdiği kadının kollarında, yalnızca Letje, kötü hissedeceğinden yeltenmemişti bunu denemeye, bunu yapan kurt olmalıydı. İşte o an, üzerine atılan kurdun gözlerindeki değişimin nedenini anladı, zihnine istemsizce, onu öldürmeye zorladığı gecenin aksi düşmüştü. O bunu düşünüyordu. Konuşmaya tenezzül etmedi, açıklanacak bir şey yoktu. Ancak Letje’yi yerinden kaldıracak ve üzerine saldırmasına neden olacak bir nefret yarattığına şaşırıyordu. Öyle seviyordu demek, vampiri silebilecek kadar. Rain şok içerisinde olduğu yerde kalırken, kutrun kolu yüzüne vurdu. Sertti, dağılan kanın kokusunu alabiliyordu, açılan yaranın izini hissedebiliyordu. Eli yüzüne gitti, yaranın olduğu yere dokundu, dağılmış, parçalanmış deriyi hissetti parmak uçlarında ve onları bu hale getiren sıvıyı. Dudaklarına akan kanı yaladı istem dışı. Kurt üzerine gelmeye devam ediyordu, gözlerine bir şeyler aradı vampir, öfkeden ve ihanetten başka yoktu. Perde onların üzerine kapanmış, başka bir bölüme açılıyordu. Letje dönüşüm geçirmemişti, ona saldıracak değildi. Ancak yaranın üzerine gelen ikici sert darbe ile, atamadığı çığlığı döküldü dudaklarından kolunu sertçe tuttu, hızla itti onu, bedeni duvara çarparak yere düşerken, bu darbeye normal bir büyücünün dayanamayacağını düşündü, ancak o kurttu, o Letje idi. Onu çok etkilemezdi. “Ne düşündüğünü bilmiyorum, Letje. Ancak şu anda bana saldırırsan, amacına ulaşamadan ölürsün, dolunayda değiliz.” Duraksamadan devam etti. “Evet, onu öldürmeyi istedim, hala ölsün istiyorum. Ama bunu yapmadım Letje. Yapmadım.” Durdu, ona doğru yürüyüp, yüzüne yaklaştı. Bakışları sabitti, nefret dolu, intikam isteyen bakışlar. “Düşmanın olmamı mı istiyorsun?” dedi kırgın bir ses tonu ile. Ancak o da o gece düşmanlığı kendisi seçtiğini, kurt kadar iyi biliyordu.
…ne zaman yağmur yağsa/buğulanan camlar/artık buğulanmıyor/kırılmadık bir şey kalmadı…
Bazen sonun geldiğini hissedersiniz, bitiş çizgisine koşan siz değilsinizdir de o size koşuyordur hızla. Hazırlarsınız kendinizi, kollarınızı ona doğru açıp başınızı geriye doğru atarsınız, gözlerinizi kapatıp, uzun zamandır beklenen sevgili gökyüzünden kollarınıza düşecekmişçesine beklersiniz o acı buluşmayı. Ancak, bitiş teninize değdiğinde yıkılır tüm hazırlıklarınız, dağılan kristal kaleler üstünüze yağar bir toz yağmuru halinde. Bütün o yağmur üstünüzde kırılır ve içinizde, derdiği her yerde, içeriden ve dışarından ağır, acı yarıklar bırakır. Şokla açarsınız gözlerinizi, beklediğiniz huzurlu bir kavuşmadır ancak bitişler hiçbir zaman huzurla gelmez, işte tam bunu atlamışsınızdır. Böyle hissediyordu Letje, bunu yaşıyordu. Kurt’un içgüdülerini kışkırttığı o geceden beri huzurlu bir ayrılığı bekliyordu. Oysa bitiş, vazgeçmeyecekti karakterinden, köşeleri hala aynıydı, sert ve keskin. Karşısında büyüyen nefretten ayırmıyordu gözlerini, onu dizginlemeyi defalarca kez denemişti, kuzgun karası saçlarının arasından fısıldamıştı nefesini kulaklarına ancak bir kez daha anlıyordu şimdi, Letje kendine özgü ve öyle güçlü bir karakterdi ki, kendinden başka kimse değiştiremezdi onu. Şimdiye kadar uyum sağlamışsa vampire, o da kendindendi yani. Dudaklarının kenarında beliren acı gülümsemeyi bastırmak için dişlerini sıktı vampir. Şu durumda gülmek garip olacaktı. Letje, bağlandığı şeye, yüz yıllık bir ağaç gibi sarıyordu köklerini ve onu ayırmak mümkün olmuyordu. Öyleyse, neden bu kadar kolaydı vampiri terk etmek? Tam köklerinden mi saldırmıştı Rain? Gözlerini kapatıp, işe yaramayan bir nefesi daha çekti ciğerlerine, yararı olacakmış gibi… Ne açıklama yapmak istiyordu, ne saldırmak. Her şey dingin suların huzuruna kavuşsun istiyordu. Bu yüzden konuşmadı daha fazla, “Seni ölü istiyorum, daha ölü.” derken bile kurt. Belki ölümsüzlüğün ölümü, ölümlülüğünkinden zordu, sonucu farklıydı. Ancak aynı dünyanın içinde nefes almamak memnun edecekti kurt’u, bastırmaya çalıştığı gülümseme, Letje’nin gözlerindeki nefretle birlikte büyüdü. “Onu öldürmedin, keşke öldürseydin Letje, en kuvvetli silahımı sağ bıraktın ve senin için geleceğim, elime Clement’in kanını akıttığın için. Sonra ölüp yeniden seni avlayacağım, öbür dünyada, bu sefer sırf kendi zevkim için.” Karar vermek ne denli zordu. Garip bir sınavda hissetti vampir ve Clement şu an umurunda olabilecek son şey, soruların cevabıydı. Kurt’un zarif eli, boynuna uzanırken durup omuzlarına kaydı, birlikte yerden kalktılar, bakışları sabit, yüzleri yakındı.
Kurt’un gözleri gözlerinde geçmişe takıldı, Rusya’da kopkoyu kar yağıyordu yere, soğuk kalpleri titretiyordu. Vampir kutra doğru eğiliyor ve uzun parmaklı, bembeyaz ellerini onun kömür karası saçlarında gezdiriyordu. Aynı anda, “Sakın ağlama küçük, seni eve götürmeye geldim.” dedi kurt, kendi sözleri onun biçimli dudaklarından son bir veda şiiri gibi döküldü, elleri tıpkı o gün onun saçlarında gezinenler gibi kaydı, sarı saçların arasına. Onları birleştiren, onları ayırıyordu. Aşk… Bu sonsuza kadar böyle olacaktı. “Kim yaptı bunu sana? Korkuyor musun?” Mimikleri, yıllar öncesinden çıkarken donuyordu, garip bir dramı oynuyorlardı ezberden. Herkes rolünü çok iyi biliyordu. “Canavarlar mı?” Başını hafifçe yana eğdi, önce masumiyet yerleşti hatlarına, sonra öfke tekrar büyüdü. “Hayır. Bak bana, içimdeki canavar benden daha büyük, diğerleri sadece gölgeler.” Yüzüne yaklaştı tanıdık nefesi vurdu yüzüne, “Korkman gereken kişi benim.” Bu repliğin bir devamı vardı… Rain ona zarar vermeyeceğini söylüyordu. İkisinin de dudakları son kez aynı anda kıvrıldı. Devam etmemişti Letje, başka şeyler ekledi; “Burada işim bitti Letje, en iyi bildiğin şeyi yap ve hayatta kal. Karanlıktan uzak dur, biliyorsun, ben gölgeyim.” Çok başka şeyler. Döndü yürümeye başladı, kumaştan yırtılan dikişlerin sesi geldi kulağına vampirin, kurt çıkarken ardından bakmadı, olduğu yere çöktü, sırtını duvara dayadı. Bakışlarını, geniş camlara vuran yağmura odakladı. Şiddeti artmıştı, akmayan ve akmayacak gözyaşları yerine seyretti onları, üzerine yağdığını hayal etti. Dışarı çıkmalı, gitmeliydi bu okuldan, yağmurda yıkanmalıydı. Savaşlara katılmalıydı, yalnızdı artık. Zarar gelmesinden korkacağı bir şey yoktu. Garip, boğucu bir özgürlük hissetti. Sonra ayağa kalktı, cüppesinin göğsüne uzandı, tırnaklarını armasına geçirdi ve az önce kurdun yaptığı gibi bir kopma sesiyle yerinden çıkardı. Olduğu yere bırakıp, devam etti yürümeye. Letje’ninkinin tam yanına düşen armadan hiç haberi olmayacaktı.
O, yürüdü. O, başlangıca yürüdü. O, günahlarından arınmaya, yağmura yürüdü.
Bildiğiniz rp olsun okuması kolay olsun.