Mortal Instruments RPG Ölümcül Oyuncaklar'a Hoşgeldiniz...Görmediklerinizi Keşfetmeye Hazır mısınız? |
| | Dükkan Sahibi olmak için; | |
|
+2Darchelle Dubois Elizabeth Rose Wayland 6 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Elizabeth Rose Wayland Konsül Temsilcisi | Gölge Avcısı
Lakap : Lizbeth Mesaj Sayısı : 2356 Kayıt Tarihi : 11/07/10
Karakter Detayı Statü: Site Kurucusu Uyarı: 0/0
| Konu: Dükkan Sahibi olmak için; Perş. 24 Şub. 2011, 22:37 | |
| Dükkan sahipleri, büyücü ve cadıların büyük kısmını kapsarlar. Tek farkları, dükkana sahip olmalarıdır. Aynı bir Muggle'ın kendine bir dükkan açması gibi. Ancak bu dükkan sahipleri sadece büyülü güçlere sahiptirler. Sadece büyü güçlerine değil. Eğer ki dükkan sahibi bir vampir ise büyü güçlerini tabii kide kaybeder. Bu nedenle Diagon Yolu, Hogsmeade gibi sihir dünyasına açık yerlerde, her büyücü ve cadıdan, her yaratıktan kişilerin dükkanlarına rastlamanız mümkündür. Çalışan olmak için 2 yıldız, işveren olmak için 3 yıldız olmalıdır. Dükkan açabileceğiniz bölümler ve olan dükkanlar Diagon Yolu; Ollivander's Asa Dükkanı - Gringotts Büyücü Bankası - Çatlak Kazan - Büyücü Aktarı - Cübbe Dükkanı - Quidditch Malzemeleri Dükkanı - Büyülü Hayvan Evi Knockturn Yolu;Burgin&Burkes : Eski kadim büyüyü barındıran kitaplar, yayından kaldırılmış yasak kitaplar, eski kitapların orjinal halleri hepsi bu küçük dükkanda toplanmış bulunmakta. The Tristeza Pub : Knockturn Yolu'ndaki her dükkan gibi tekinsiz bir bar. İçeridekilerin kirli yüzleri, gözlerinden akan ateşten kötülük bir yer olduğu anlaşılıyor. Death's-Head Night Club : İç karartıcı siyah, yıkık duvarları, kopacakmış gibi duran lambalarıyla tam bir harabeyi andırsa da içkileri, dans pisti kesinlikle harika! Kuolema Kauppo : Bu dükkanı yüzyıllar önce Finli bir büyücünün açtığı söylenir. Burada birçok iksirin ana maddesi satılmaktadır. Hogsmeade KasabasıPostahane - Domuz Kafası - Üç Süpürge -Kaçık Kafe- Balyumruk Şekerci Dükkanı Bunlar sadece bazılarıdır. isterseniz rütbenizi alıp, daha sonrada karar verebilirsiniz. böylece bütün alanları görebilirsiniz - Kod:
-
Karakterinizin Adı ve Soyadı: Karakterinizin Yaşı:( 22 yaş ve üstü olmalısınız) Irkınız: Dükkanınızın İsmi ve Açılacağı Yer (Hogsmeade vs..) : ( Var olan bir dükkanda çalışmak istiyorsanız belirtin) Hangi Dükkanda ve Hangi Mevki de çalışacaksınız (Patron/Çalışan) : Yeni bir dükkan ise Betimleyin Örnek RP: | |
| | | Darchelle Dubois Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Lakap : Darch, Ell. Mesaj Sayısı : 59 Kayıt Tarihi : 02/01/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Perş. 10 Mart 2011, 18:24 | |
| Karakterinizin adı ve soyadı: Darchelle Dubois. Karakterinizin yaşı: 22. Irkınız: Cadı. Hangi dükkanda ve hangi mevkide çalışacaksınız?: Quidditch Malzemeleri Dükkânı, patron. Örnek RP: - I.:
Her şeyin giderek hiçleşiyor olması normal miydi? Aşka, umuda, sekse, özgür iradeye, sevince ya da hüzne hiçbir anlam veremiyordum. Hayatın acıtması beni üzmüyordu; ama tecrübeyle de yoğrulmuyordum. İnsanlar doğar, büyür, aşık olduklarını sanar, sevişir, nesil devamı sağlar ve ölürlerdi. Ben doğmak ve büyümek dışında hiçbir şey yapmamıştım. Önemli olan bakire olmak ya da olmamak değildi, gerçekten aşkı sorgulama ihtiyacı duyuyordum, tıpkı su gibi. Ve yanıt bulamıyordum. Ne zaman bir yanıt bulabilmiştim ki? Tek bildiğim: Bulduğum gün, huzurdan öleceğimdi. Sonunda ölümün olması umrumda değildi, huzurla harmanlanmak, onun bir parçası olmak istiyordum. Belki de çok şey istiyordum. Zerre gerçekleşemeyecek şeyler için kafa yormak sorun değildi benim için. Sürekli bir şeyler umardım ve bu yüzden kendimi suçlu hissetmezdim. Ne yapacağımı bilmezken, ummaktan daha kudretli bir şey olabilir miydi?
Ciğerlerime biraz hava doldurmayı denedim, olmadı. Yatakhane ömrümden parçalar götürürken, koyduğum anlık klostrofobi teşhisiyle, yataktan doğruldum. Nereye gideceğimi biliyordum: Astronomi Kulesi. Oranın benim için özel bir anlamı vardı, onu orada görmeye aşinalaşmış bir ruha sahiptim. Onu anlatamazdım. Belki göreceğim en parlak yıldızdı, belki de keskin bir şimşek. Ayrıca huzuru da anlatamazdım. Huzur, o muydu? Çok ortak yönleri vardı: İkisine de ulaşmak istiyordum ve ulaşamıyordum. İkisinin de düşüncesi beni gülümsetiyordu. İkisi de daha çok ummamı sağlıyordu. İnancımı kaybetmek üzereyken aklıma gelişleri değil miydi beni kurtaran? Beni bir ucube olarak gören insanların hastalıklı nefeslerinden acilen kurtulmam gerekiyordu. İpek geceliğimin üstüne cübbemi sardım ve sessiz adımlarla yatakhaneden çıktım. Gürültülü bir şekilde çıksam dahi kimse beni duymazdı. İnsanların refleksi olmuştu bu: Glenn Dubois’yı önemsememek.
Farklı olmaktan memnun değildim, her saniyede yeni sorular üretiyor ve aralarında boğuluyordum. Hayat zordu ve bana pek de seçenek tanınmıyordu. Tarafından bir hiç olarak algılandığım hayatı neden bu kadar önemsiyordum? Ben: Glenn Dubois, bu benim işimdi. Beni önemsemeyen herkes umrumdadır. Garip bir yapım vardı ve yürümeye başlamıştım. Aklımda bir şey yoktu. Hiçbir şey. Bu benim için garip; ama kutsal bir durumdu, üstelik şikayet etmeye hakkım da hiçbir zaman olmazdı. Hafif poyraz ensemi yalarken, vücudumu bir ürperti dalgası sardı ve cübbem açıldı. Geceliğimde, “Ben bir bakireyim; ama bu gecelik çok eski.” yazıyordu. Kendi kendime gülümsedim. Ben hala bakireydim ve kızlar tuvaletinin efsanevi duvarında bununla ilgili bir dedikodu yazıyordu. İnsanlar benden neden bu kadar nefret ediyorlardı? Onlar gibi olmak istemediğimi fark ettiğimdeyse, aslında farklı olmaktan memnun olduğumda karar kılıyordum.
Kokusunu duyduğumda Tanrı’nın varlığına bir daha inandım. Sürekli kanıt aramayı bırakmıştım, en azından bu gecelik. Onun erkeksi kokusunun üzerime sinmesi hoşuma gidecek, sessizliğiyle dahi mest olacaktım. Beni büyülüyordu ve hücrelerimi kolayca eline geçiriyordu. Ona kapılmakta bir sakınca görmüyordum. Gözlerimiz buluştu, sustum. Gözleri dudağımı ısırmamı sağlamıştı, her zamanki saf bakışımla baktım ona. Yanına çıktım, elimi tuttu. Bu dört kelime, bedenimi delmeye yetmişti. Onun olmak istiyordum, diğer bir deyişle: Huzurlu olmak. Yanına oturdum, bana hükmediyordu ve otoritesi beni sarsıyordu. Başını omzuma yaslandı, tüm kalkanlar inmişti. Ona çaresizliğimi sunmak ve acizliğimi paylaşmak istedim. Yine sustum, beni delirtiyordu. Ellerini saçlarım arasına daldırdı ve midemde bir hareketlenme hissettim. “Midem.” diye fısıldadım, yüzümde hafif bir tebessümle. Huzur doluydum, Alistaire doluydum.
Üzülmeye eğilimli olan bizler miydik, yoksa hayat egolarına yenik mi düşmüştü? Cevabı verilmesi gereken sorulardan yalnızca biriydi bu. Kimsenin düşüncesini somutlaştıramayacak olması acıydı. Cevabı verilemeyecek şeylerde düşünmek hata mıydı, yoksa herkeste olması gereken gayret mi? Bir şey olmuyorsa zorlamalı mıydı, bırakmalı mıydı? Ben zorlardım. İmkansızın olmadığına gerçekten inanıyordum. En dipteki kutunun, en altına saklanmış bile olsa, her şeyin bir cevabı vardı ve Tanrı, cevapları bulmamız için var etmişti bizi. Yani büyük oyununda, küçük piyonlardan ibarettik. Şah da oydu, vezir de, at bile oydu. Kalelik seviyesine geçebilmekti tüm çabam. Bunlar İncil'den ayetler değil ya da Katolik Kilisesi'nde yetiştirilmedim. Sadece düşünülmeyen şeyler hakkında teoriler yaratmaktan zevk alıyordum. Belki de farklı olmak çabam, bilmiyordum; ama Glenn Dubois bu, ben buydum. Siz sevin ya da sevmeyin, umrumda değildi. Gerçekten.
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Hiç ahım şahım bir insan olmamıştım zaten; ama bu sefer farklıydı. Şu dillere pelesenk olmuş ve aşinalığa mahkum ‘Boşluktayım.’ kalıbı var ya, o kalıba tam oturuyordum işte. Uğruna yaşayacak neyim var diye düşünüyordum çoğu zaman. Başta hiç diyordum, hayat gibi ben de bir hiçim. Sonra yanıma kardeşim geliyor, aşk hayatımın nasıl gittiğini soruyor ve etek giymememe rağmen, boyun kısa olması gerektiği hakkında yorumlar yapıyordu. Ardından ben soruyordum aşk hayatını ve aldığım cevap burnumu onun işlerine sokmamam gerektiğiyle bağdaş bir şeyler oluyordu. Koca bahçede beni kovalıyor ve sonunda da yakalıyordu. Sanırım kaderim buydu, yenilen taraf hep ben oluyordum. Sadece bu yenilginin sonucu huzur vericiydi, kollarının arasında gözlerim kapanıyor ve huzurlu bir uyku, ruhumu sarmalıyordu. Sanırım Steph olmasa çoktan ölmüştüm. Bonita Darchelle Dubois gibi. Diğer ya da asıl ben gibi.
Gideni geri getiremezsiniz, her ne kadar isteseniz de lanet düzen değişmez ve boynunuz bükük kalır; ama devam edersiniz. Etmelisinizdir. Eğer etmezseniz, yenik sayılırdınız çünkü. Yaşamın amaçsız olduğunu iddia ederdiniz; ama basit kılan, aynada belirginleşirdi. Değişim, her şeyin olmasa da çoğu şeyin parçasıdır. Hiçbir şey aynı kalmaz, evren değişmeye devam eder, sadece üzerine kurulu olduğu sistem aynıdır. Doğmak, yaşamak ve ölmek. Üç evreden ibaret yaşamın, ipleri sizdedir. İntihar edersiniz ya da bebeğinizi aldırırsınız. Bunların uğruna verilecek savaş bellidir, yenik düşmeniz için çeşitler vardır: Arzular, sevinçler, hüzünler, öfkeler, kısaca duygular. İstediğiniz kadar inkâr edin, kimse duygusuz değildir. Sadece bastırılmışlardır, beklediği yolda, engel olarak çıkar karşıya. Peki engelsiz yaşam mı daha memnun kılar sizi? Başta rahat olan, engelsiz yaşamı seçersiniz, ardından monotonluğun içinde boğulursunuz. İnsan kaderi, yaşamı çekici kılan şeydir. İyi ya da kötü. Bunun bilincine dört sene ardından varabilmem güzeldi. Cefakâr kader artık sözlüğümde olmayacaktı. Belki biraz zorlarsam şansa bile inanacaktım; ama ikinci şansa asla. Belki kimse kusursuz değildi; ama ikinci şans, gerçekten fazla kusurluların muhtaçlığıydı. Ekmekleri önüne neden atmalıydı? Üçüncü şansı bekleyecekleri için mi? Tıpkı bir köpeğin daim açlığı gibi. Biten yaşamlara karşın, hiçbir zaman bitmeyecekti bu döngü, biliyordum. İkinci şansı hakedenler hata yapmamış ve yapmayacak kişilerdi, dolayısıyla ikinci şans da yoktu.
Düşüncelerimi kusmalıydım; ama boşluğa, ona değil. Onunlayken susmayı seviyordum, umarsız düşüncelerimi bir başkasına bulaştırmayı değil. Bir kıymetliye hiç değil. Beni incelerken, midem biraz daha gariplik sergiledi. Gerçekten de bana sahip olmasını istiyordum, özgürlük zımbırtısı umrumda bile değildi. Bunu garipsemiştim, sol kaşım hafifçe havalandı. Bana yaklaşırken, kalbime bariz bir huzur doldu. Tam ortasına. Düzgün hatlara sahip yüzünde, çözemediğim bir şeyler vardı. Sanki af diliyordu. Kendimi fazla üstün hissettim, onun gibiler bana böyle yaklaşmazdı. Onu başkalarıyla aynı kefeye koyduğum için bir daha nefret ettim kendimden. Alistaire eşsizdi, eşi olmak isteyen bir Glenn Dubois olduğunu saymazsak, öyleydi. Çenemi kavradığı anda, nefesim gerçekten de kesildi. Orada öylece durabilirdim, hem de saatlerce. Dudaklarını hissettiğimde ise çığlık atmak geldi içimden. Belki de gerçekten benim için de bir şans vardı. Bu an büyülüydü; ama kusursuz olmasına ramak kala, bir engelle karşılaşmıştım. Gözleri. İçimi eriten gözleri benimle ilgilenmiyor muydu? Belki ilgiye muhtaç bir kız değildim; ama hüzün ve sevinçle karışık bir şekilde kendime itiraf ediyordum ki: Bu, onun için geçerli değildi.
“Benden bakışlarını kaçırma.” dedim ciddi bir sesle, duyguyu yok ediyordu. Bir zihinfendar olmak istedim o an, normalde uzaklaşmak istediğim diğer insanların düşüncelerini dipsiz bir kuyuya fırlattım. Karşımdaki genç adamın düşüncelerini duymak, tatmak hatta yaşamak istiyordum. Onunla yaşamak istiyordum. Gitsin, özlem duyayım istiyordum. Sonra bundan vazgeçiyordum, giderse ne yapardım? Belki ölmezdim, nefes almaya devam ederdim; ama kalbim eksik olurdu. Bir de huzur. İnancım da puslu tarihle gömülürdü, değil mi? “Alistaire.” Küçük bir mırıltıydı dudaklarımdan çıkan. Tatmin olmasını bilen biriydim; ama daha fazlasını istiyordum. Alistaire tüm düşüncelerimi değiştirirken, onunla o kadar doluydum ki, şikayet edemiyordum. Bırakıyordum beni değiştirsin, belki onun olmam daha az zaman alırdı. Kendimi, onun kollarına bırakmaya henüz hazır değildim; ama yüzümü yanağına gömdüm. Suratım kaşınmıştı, tıraş olmayalı birkaç gün olmuş olmalıydı. Nefesimi tuttum, gülümsedim. O kadar mükemmel bir andı ki, daha şimdiden tereddütlerle beslenmeye başlamıştım. Hiçbir zaman anı yaşayabilen biri olmamıştım maalesef. Beni göremeyeceği bir şekildeyken, dudaklarımı emdim. Tanrım, tadı o kadar güzeldi ki! Diğer kızlardan olmamak için kendimle savaşa girmişken, ondan gelecek herhangi bir cümle ya da hamleyi acizce bekliyordum.
Siyah ya da beyaza değildi korkum, griden ibaretti. İyilik ya da kötülüğü seçmekten değil, ortada kalmaktan korkuyordum. Kararsız tipler yaşamı değersiz kılınanlardı ve o silsilenin beni yutmasına izin vermeyecektim. Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğim miydi gerçekten? Yenilgiler miydi ölümden beter, yoksa ders mi aldırırlardı? Çirkin yolla güzel yaratılamazdı, bakirelik için sevişilemeyeceği gibi. Çıkmaz yolun sonunda, insanın sesini duyuramayacağını bile bile bağırması, sıradan ve basit bir refleks miydi? Belki de son saniyelerini duyurmak istiyordu insan, son acısını tatmayı. Yalnızlığı. Yanında olacağını iddia eden bir sürü yüzden istemeden soyutlanmasını. Değersiz miydim? Bana hayatı sorarsanız, uzun bir kaçış olduğunu söylerdim. Herkes adil yaratılmıştı, hayatta bozulan denge, son anda eşitlenecekti. Herkes yalnız ölecekti. Fazla realisttim ya da değildim. Gerçekleri bilmeye bir ad veriliyorsa belki de o ad, bana Bonita'dan -Darchelle- daha çok yakışırdı. Ben gerçekliğin simgesiydim. Yüze tokat gibi çarpan rüzgâr da bendim, bıraktığı pişmanlık da bendim, verdiği acı da bendim. Peki olmaktan memnun muydum? Herkesin aynı biteceği bir oyunun başlangıcında, çırpınmamayı öğreneli on yedi sene olmuştu. Bana ucube diyenlere bir şey demeye tenezzül bile etmeyecek kadar olgundum.
Alistaire karşısında ne yapacağımı bilememem normal miydi? Hayatım planlı ve normal işlerdi, terazide dengeler bozuk değildi ve giderek bozuluyordu. Üste çıkan taraf Alistaire olurken, düşüşe geçmeyi önemsemiyordum. Hayat neden bu kadar zordu? Kolay olsaydı aynı tadı alabilir miydim? Onunla üçüncü bir kimlik kazanmayı o kadar çok istiyordum ki. Geçmişim içki, geleceğimse sarhoştu. Aklımı kurcalayan o kadar çok şey vardı ki, bazen hiç doğmamış olmayı istiyordum. Ucu belli bir uçurumda ayakta kalmaya direten ve hayattan bezdiğini melankolik tavırlarla vurgulayan basit bir kızdım ben sadece, kim beni önemserdi? Stephan. Onun gibi bir kardeşe sahip olduğum için kiliseye gitmeliydim. Sahi, en son hangi pazar gitmiştim? Steph, benim için masumiyetin beden bulmuş haliydi. On altı yaşında bir körpe olan çocuğun yüzünden saflık akıyordu. Gerçekten de duru bir yüzü olan Stephan'ın olgunluğu şaşırtıcıydı. Kötü anlarımda -yani her zaman- çoğu büyük sınıftan bile akıllı bulduğum genç adamın omzunda bulurdum kendimi ve bu bana her zaman güç vermiştir. Dayanak noktamın Steph olduğunu bir kez daha anladığımda, yanağımı genç adamın yanağına sürtüyordum ve içim gıdıklanıyordu. Bana her zaman hatırlayacağım bir anı hediye etmişti ve ona minnet duymaktan başka bir şey yapamazdım.
“Bakıyorum.’’ dedi genç adam. Çatallı çıkan sesi içimi fişeklemişti. Onun sessizliğinin yanında sesine de hayrandım. Sahi, hayran olunmayacak tarafı mı vardı? Birinde kusur bulmaya çabalamazdım, en azından onda. Çabalarımın boşa çıkacağını biliyordum. Devam etti: “Ve kendimden bir parça görüyorum. Gözlerine yakışmıyorum. Kirletiyorum onları. Sonra bencilliğim giriyor araya ve dünyada bu yaptığımdan daha huzurlu bir duygu olmadığını hatırlatıyor bana. Birini kirleterek huzurlu olmak istemiyorum.” Bir insana aşık olmak fizikten fazlasını gerektirirdi. Seçim şansım yoktu, Alistaire Desmond tekti ve ona aşık olmam için nefes alıyordu. İstediklerini elde etmek güzel bir duygu olmalıydı; zira onun çekimine fazlasıyla kapılmış, buna bir tanı koymama da az kalmıştı. Gülümsedim. Düşüncelerini sonunda söylemiş olması beni mutlu etti. Aramızda yıkılmayacak duvarlar olmamalıydı, o zaman başlamadan biterdi. Avuçlarına ilişti gözüm, sıkılmış avuçlarına. Avuçlarını açtım ve parmaklarımızı kenetledim, hiçbir fiziksel temas beni böyle etkileyemezdi. “Bencillik ne biliyor musun sen?” dedim yumuşak; ama ciddi bir tonda. Gözlerine bakıyor, kaybolmak ve kaybolmamak arasındaki ince çizgide yürüyordum. Benimkilere nazaran kalın parmaklarını hafifçe sıkarak, ekledim: “Benim olmanı istemek.” Ellerini yavaşça bıraktım ve boynunu tuttum. Bana bakmalı, her cümleyi, kelimeyi, harfi çözmeliydi. Benim için ne anlama geldiğini anlamaya çalışmalıydı, yoksa gerçekten de bir hiç uğruna yaşıyormuşum gibi hissederdim. “Beni bencilleştiriyorsun Alistaire. Günahlarımdan arındırıyorsun ve temizliyorsun. Eğer beni kirlettiğini düşünüyorsan, bırak da kirli kalayım, bu beni rahatsız etmiyor.” Nefesimi tuttum ve cevabını beklemeye başladım.
Alistaire ile aramızdaki şey neydi? Arkadaşlıktan öte bir duygu olduğunu anlamak zekilik gerektirmiyordu. Beni ürküten, fazlasıyla aynı oluşumuzdu. Tanrım, birbirimizden sıkılırsak ne olacaktı? Bazen onun ne yapacağını tahmin edemiyordum; ama buna da giderek aşinalaşacak olma düşüncesi beni delirtiyordu. Belki de çok sık görüşmemeliydik, yine aptal düşüncelerim kollarımı bağlamıştı. Burnum tıraş losyonu, nane ve baharat dışındaki kokuları algılayamaz hale gelmişti. Bir de onun kendine özgü kokusunu. Keşke o kokuyu bir kutuya hapsetmek mümkün olabilseydi diye düşündüm. Bana tonlarca kutu gerekebilirdi. Sonra bu düşünceden vazgeçtim, o olmadan, kokusu bana ne hissettirebilirdi ki? Hem onun üzerime sinmiş kokusuyla uyumaktan daha güzel ne olabilirdi? Birkaç damla huzrun kanıma geçmesi... Alistaire, ben bir deliyim. Ve sen, beni daha da delirten, sana kapılma düşüncesi bile hoş. Ciğerlerime biraz daha hava doldurdum, ona bu kadar kapılmamalıydım, yoksa ağzımdan derin mevzuların kaçma ihtimali katlanarak artacaktı.
Bunun üzerine, içimde Bonita olayını paylaşma dürtüsü oluştu; ama bu kusursuz -sonunda gözlerime bakmaya başlamıştı- anı lekelemeyi gerçekten de istemiyordum. Aklıma Stephan'la olan konuşmamız geldi, bu garip hissetmeme sebep oldu. “İraden Marq. Güçlü bir iraden var. Biriyle çok yakın olacaksın, yine de Slytherin meselesini kimse duymayacak.” demiştim gergin bir şekilde. Stephan'ı, seneler önce ismini bile hatırlamadığım sarışın bir kızla öpüşürken görmüştüm ve bunu deme gereği duymuştum. Sonuçta duygusal bir çocuktu ve anlık gaflar kaçınılmaz olabilirdi. “Evet.’’ demişti Stephan da. Ardından da birbirimizin en değerli varlıkları olduğumuzu söylemiştik, aynı anda. Hayatımın en değerli parçasıydı o ve Alistaire, beni fazlasıyla zorluyordu. Kardeşimi sıkça uyardığım bir konuda ilk fireyi ben mi verecektim? Stephan, sözlerimi tutamayacak kadar güvenilmez olduğumu düşünürdü. Durdum. Öylece durdum. Alistaire, bunu bilse ne derdi? Şaka yaptığımı falan düşünmesi olasıydı, ne de olsa Slytherin soyundan birilerine rastlamak çok da doğal sayılmazdı.
Kucağıma yaslandığında, kendime geldim. Ona ısımı ve kalbimi sundum, sıcaklıklarımız eşitlenirken, kalbimin eksik kaldığını hissettim. Klasik kız kompleksi ya da her neyse, onun beni sevdiğinden emin değildim. Tanrı aşkına, emin olmam mümkün müydü? Onun gibi biri ve ben... Bu bir peri masalıydı ve realist kişiliğimle derin bir ironi yaratıyordu. Bana sarıldı, giderek daha da sıkılaştı kolları. Vücudum bana dar gelmeye çoktan başlamıştı; ama bu tarifsiz bir duyguydu. Yine düşünmeye koyuldum: Bu kesinlikle bir rüyaydı. Stephan neredeydi, saçımı çekmesi falan gerekiyordu. Boşvermeyi denedim, bu bir rüyaysa, güzel bir rüya olmalıydı. Neden tadını çıkarmayı denemiyordum ki? Kafamı kaldırdım ve gökte kaybolmayı denedim. Olmadı, tekrar indirdim başımı. Hala oradaydı. Kendimi tutamayarak eğildim ve dudağının biraz kenarına ufak bir öpücük kondurdum. Ardından birden çekildim, kafamı tekrar kaldırdım ve sanki ben yapmamışım gibi ıslık çalmaya başladım. Herkesin biraz çocuklaştığı zamanlar olurdu, değil mi?
“Ne yaptığını zannediyorsun sen?” diye çıkıştı genç kız. Küçük kardeşine, babası tarafından yapılan lanetleri öylece izleyemezdi. Ona birkaç büyü yollarsa olabilecekleri düşündü ve yüzü buruştu. Slytherin soyundan birine kafa kaldırmak? Üstelik de ikinci sınıftayken? Durumdan nefret etti, karşısındaki adama, yaşıtları dahi baş kaldıramazken, o ne yapabilirdi ki? Bunlar birden zihninden çıktı ve hızla atıldı, Marq’ı kendine doğru çekti. Gözleri yaşlarla dolmuş kardeşine sıkıca sarıldı ve o an kendine bir söz verdi: Onu asla bırakmayacaktı. Adamın katlanılamaz ses tonu, Bonita için ölüme eş değerdi, hatta daha fazla acıtıyordu. “Sizden utanıyorum. Asil soyumuzu lekelediniz!” Duraksadı Bonita. Ondan utanıyor olması, kalbine derin bir ağrının girmesine sebep olmuştu, geriye doğru sendeledi. Her yer giderek kararırken, Marquis Slytherin, son lafını söyledi: “Yeter artık! Biz gidiyoruz, merak etme, bizi bir daha asla görmeyeceksin.” Ve öyle de olmuştu, Bonita Darchelle Slytherin, babasını beş seneye yakın bir zamandır görmüyordu. Pişman mıydı? Pişman olmaktan pişmanlık duyan biriydi, bu kavram, en az baba kavramı kadar iğrenç geliyordu ona.
Şu anki durumumu gözden geçirme ihtiyacı duydum. Diğer ismim Bonita değil huzurdu adeta. ‘Erkeğim’ sıfatını yakıştırdığım kişi kucağımda uyuyordu ve ben, tüm sorumluluklarımı bir kenara fırlatmıştım. Arada bir esen rüzgar, onu daha da sıkı sarmalamama sebep oluyordu. Sanırım ne olduğunu biliyordum: Her ne kadar Alistaire Desmond’a aşık olduğumu anlamam epey uzun bir zaman almış olsa da. Gerçekten muggle filmleri dışında aşk olabilir miydi? Hala bir rüyada olduğumu düşünüyordum. Bu bir klişeydi, evet; ama daha mantıklı bir açıklamam yoktu.
Yüzünü incelemeye başladım. Çıkık kemiklerini, düz tenini lekelemeye gücü yetmeyen sakallarını ve gözlerini. Başkasının gözünde, benim gözümde olduğu kadar yakışıklı değildi belki; ama aşkın, insanları güzelleştirdiğini duymuştum ve kanıtı tam karşımdaydı, değil mi? Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki, konuşana kadar çocuğun uyandığını fark etmemiştim.“Lütfen kalkma. Kolların sayesinde nefes almak için büyük çaba harcıyorum ama olsun.” Dedi Alistaire, ardından da kolumu öptü. Derin bir nefes aldım, onun kokusunu duyumsamak, cennetin bahçesinde koşmak gibiydi. Ya da bir bebeğin pamuk şeker heyecanı. Gülümsedim, kollarımı gevşetmeye hiç niyetim yoktu; zira tek santim dahi kıpırdarsam, uçup gidecekmiş gibi hissediyordum. Belki de bu asıl bencillikti; öyleyse Alistaire, beni kesinlikle bencilleştiriyordu. Hafifçe fısıldadım: “Bir yere gitmiyorum.” Ona ömrüm boyunca orada kalabileceğini söylemek istedim; ama yapamadım. Aşık olduğumdan emin olsam dahi kendimden emin değildim. Ya anlık bir hevese kurban gidersem? Kendimi asla affetmezdim, tek bildiğim buydu.
Eli, tekrar saçlarımı buldu. Her telin canlandığını, ince ve basit tellerden ibaret olmaktan çıktığını izledim. Her hücremi harekete geçirmeliydi. Belki bu hormonlarımın sorunuydu; ama sonuç olarak: İstediğim bir şeyden kolay vazgeçmezdim. Hem ondan utanmam doğru olur muydu? Ne de olsa ‘şey’ sayılırdık. Tanrı aşkına, onu seviyordum. Beni kendine çekti ve sarıldı. Beni hiç bırakmamasını söyleyecektim; ama kelimeler dilimin yolunu karıştırdı. Ona doğru eğildim, nefesimi, yavaşça tenine bıraktım. Dudağım, burnuna masum bir öpücük kondururken, bilincimi tamamen yitirmiştim. Biraz daha aşağı indim; ama aramızda, kapatılmayı bekleyen, o iki santimi kapatamadım. Ürkek bir kuş misali durdum; çünkü onu öpersem, yok olacak gibiydi.
- II.:
Cennete ait; ama layık değil: Celeste.
Bir kelebekti Celeste. Kozasından çıkalı tam yirmi sekiz sene olmuştu. Bugün cennetin kızının doğum günüydü. Evrendeki bütün kelebeklerin uçuşunu izlemiş, yıldızlarla erimişti. Kötülüğün negatifliğini benimseyememiş, iyilikle harmanlanmıştı. Pişman olmak adeti değildi. Yapması gerekeni yaptı: Gülümsedi. Bugün özel bir gündü. Doğum günü oluşu, güne herhangi bir özellik kazandırmıyordu. Özel bir gündü; çünkü o’na kavuşma vakti gelmişti. Haşmetlisine. Büyükannesinden kalma tek şey oluşu, küçük bir kutuya bile tutku beslemesini sağlamıştı. Gerçi o sadece küçük bir kutu değildi. ‘O küçük kutu’, içerisinde tüm dünyanın dengesini değiştirebilecek bir taş barındırıyordu. Zümrüt olduğunu anımsıyordu Celeste. Bundan hiçbir zaman emin olamamıştı, olamayacaktı da. Babaannesinin tütsü kokan evini, ananas sularını, buruşuk ellerini ve uzun tırnaklarını hatırlasa da taşın hikayesini şöyle böyle anımsıyordu. Bunun ‘Obliviate’ benzeri bir büyü olduğunu düşünmeden edemiyordu. Şüpheci bir kişiliğe sahipti, işi bunu fazlasıyla gerektiriyordu. Felaketi gerçekten istemediği sürece kutuyu açmayacaktı. Bu haksızlıktı, değil mi? Evrenin kaderini, anlık haşmine bağlayabilecek olması, haksızlıktı. Coylelar gerçekten iradeli bir soy olmalıydı; zira henüz kutuyu açan kimse olmamıştı. Çoğu zaman melankolik bir ruh haline bürünebilen genç kadın, on yıl kadar önce kutuyu arkadaşına vermişti. Elyssa Lizzié Raymond’a. Kız en yakını ya da dostu değildi. Ona kutuyu verecek kadar güvenmesinin tek sebebi: Dürüstlüğünün, meraklarını bastırabilecek derecede olduğuna gönülden inanışıydı.
Zarif bedeninden bir ürperi dalgası geçti, titredi Celeste. Bugün doğum gününü kimse kutlamamıştı; ama bu onu üzmüyordu, ne de olsa buna izin vermeyen kendisiydi. İnsanlarla arasına duvar örmeyi, zaaflarını fark ettiğinden beri kendine vazife edinmişti. Düşkünlüklerini başkasının kavramasını ve gözlerdeki sert kadın imajının zedelenmesini istemezdi. Mevkisi için az çalışmamıştı ve meyvesini alabildiği zamanı harcayamazdı. Elyssa’ya mektup yazmayı tercih etmişti; çünkü yıllar ardından, yanına öylece gidip, kutuyu alamayacağını düşünmüştü. Onun Hogwarts’ın müdiresi olduğunu duymaması mümkün olmamıştı. Buna şaşırmadığını söylese yalan söylemiş olurdu, gerçi kendisini de hiçbir zaman bir seherbaz –hele ki bir baş seherbaz– olarak hayal etmemişti. Mezarlığa geleceğini umuyordu. Gece yarısıydı, yaprak hışırtıları ve baykuş sesleri içini ürpertiyordu ve bunu kendine itiraf edebilmesi, garip hissetmesine sebep olmuştu. Acizlikten hoşlandığı söylenemezdi. Derin bir nefes aldı, duruşunu dikleştirdi ve daha hızlı yürümeye başladı. Dakikalar sonra nefeslerinin, başka nefeslerle karışacağını biliyor olsa da, Elyssa’yı biraz bekletmeyi planlıyordu. Elyssa da –Celeste kadar olmasa dahi– sabırsız olmalıydı. Süt kadar duru ve sıcak bir karşılama beklemiyordu, evet; ama beklediğinin bu olduğunu söyleseydi, günah işlemiş olurdu. Yalan söylemeyi günah olarak nitelendirirdi ve bir günahkârdı.
“Merhaba Celeste.” Buz kadar soğuktu işittiği ses. Ve çok tanıdıktı. Bu... Kendisiydi. Bu ses tonuyla bütünleşmişti. İnsanların değiştiğinin ilk örneği de kendisiydi. İki fıçı bira için kadın döven adamlar ya da bakireliğini teslim eden kızlar görmüştü; ama her ne kadar inkar etse de: O da değişmişti. Bundan memnun olup olmaması mühim değildi, elinde olmayan bir sürü şey vardı ve pişman olsaydı, çoktan ölmüş sayılırdı. Kızın kusursuz hatlarını inceledi. Sahi, hep güzel bir kız olmamış mıydı? Kızıl saçlarına yansıyan ay ışığı, cüretkâr bir biçimde sunuyordu Elyssa’yı. ‘Erkek olsaydım’ düşüncelerine kapılmadan, bir cevap düşündü. Aslında kutuyu alıp, gitmek istiyordu; ama Elyssa’nın buna izin vermeyeceğinden adı gibi emindi. O da sert bir kızdı, inatçıydı da. Genç kadını yumuşatmayı deneyecekti, işleri biraz olsun kolaylaştırmaya çalışıyordu.
“Kibir, ha? Hayır güzelim, hayır. Bunun için fazla lekesizsin.” Haklıydı. Kızı hiç kötü bir sıfatın ardına gizleyememişti, anlaşılan bozguna uğraması an meselesiydi. Genç yaşlarına göre fazlasıyla yüksek mevkilere sahip iki güçlü kadın karşı karşıyaydılar. Aralarındaki tek bağ kutuydu ve kutuyu göremeyişi Celeste’in canını sıkmıştı. Elyssa’nın bunu anlayabilecek kadar zeki olduğunu düşünmüştü. Tanrı kadar olmasa da, insanlar da onu yanılgıya uğratmayı seven canlılardı. Buna alışmak zorunda olduğunu biliyordu. Fikirleri birden değişti. Onu yumuşatmak dakikalarını, hatta saatlerini alabilirdi. Niyetini açıkça belli edecek, kızın istediği şeyi öğrenecek ve gerekirse onu oracıkta öldürecekti. Mesele ona kıyıp kıyamayacak olması değildi. O, Celeste Coyle’du. Baş seherbaz Celeste Coyle. Daha önce de yoluna çıkanları öldürmüştü ve duygularının, işinin önüne geçmesine izin veren biri değildi.
“Elindekinin kudretinden bu denli haberdar olmayışın üzücü Elyssa. Artık sahibini bulmasının vakti geldi.” Bunu neredeyse içine sığmayan bir sevinçle, gözleri parıldayarak söylemişti. Kutunun sıcaklığını ya da taşın kudretini hissetmiyordu; ama kutunun kızda olduğunu biliyordu. Bir şeyleri bilmek için doğmuştu ve Elyssa’nın kutuyu açmadığını bilmek için evrene bakmak yeterliydi. Nefes aldığı sürece yaşıyor demekti ve bunu her ikisi de yapıyordu. Tahmini tutmuştu: Elyssa’nın güvenebileceği biri olduğunu biliyordu. Ona minnetini başka bir zaman belki de başka bir dünyada sunabilirdi, öncelikle kutuyu alması gerekiyordu ve Elyssa her ne kadar kutuyu saklayabilmiş olsa da değişmişti. Bunu gözlerinden okumak ustalık gerektirmiyordu.
- III.:
“Gitme. Onların kazanmasına izin verme, bu adil olmaz.” Genç kız, sevgilisinin -bu terimden hazetmese de, hatta gayrimeşru olarak nitelendirse de yarı resmi olayın tam olarak tanımı buydu- sözlerini sadece duyuyordu. Bir işle uğraşırken, başka bir şey daha yapmayı sevmezdi. Valizine zar zor tıkıştırdığı cübbelerin üzerine son olarak da binasının renklerini, zarif bir kartal figürüyle taşıyan atkısını koydu. Daha on beş yaşındaydı ve yaşını fazlasıyla aşan bir düşünceye bulaşmıştı. Hayallerin gerçek oluşunu severdi, şimdiyse bir kabusun başlangıç kısmında duruyor bile olabilirdi. İtalyan çocuk, kızın bu umursamaz tavırlarına fazlasıyla aşinaydı. Bonita'yı yeteri kadar iyi tanıyordu. En azından öyle sanıyordu, Bonita onun keyfini kaçırmayı hiç istememişti. Yalanlar ve maskeler aynı işleve sahipti: Saklanmak. Kaçmayı acizlik olarak algılayamayacak kadar ürkekti. Evrenin haşmiyle yoğrulmuş, sillesinden yeterli pay almış, soylu ve soysuzlar arasında seçim yapmaya zorlanmış, inkar etmiş, çoğu zaman pes etme noktasına gelmişti. Nefes alıyorsan, yaşıyorsundur. O halde yaşıyordu. Tek dayanağı da bu değil miydi? Uğruna yaşayacağı bir şey vardı, öleceği değil. Bu ne karşısındaki çocuk, ne -olmayan- en iyi arkadaşı, ne babası, ne de annesiydi. Kardeşi, Stephan'dı. Kendinden daha küçük, savunmasız ve cesur Stephan. Masum yüzü aklına geldikçe yüzünde belirgin bir tebessüm oluşuveriyordu. Aralarındaki yaş farkı oldukça azdı; ama baskı farkı paha biçilemezdi. Gryffindor ve Slytherin arasındaki uçurum, Stephan'ı ölüme kadar götürmüştü. Genç kızsa bunu engellemişti. Tüm gücünü kardeşinden alıyordu. Bonita işinde fena sayılmazdı, en azından öyle umuyordu. Valizin fermuarını çekti ve üzerine oturdu. Genç çocuğu tatmin edecek bir cümleye sahip değildi; ama fazlasıyla realist olması kendi suçu değildi. Ses tonu düzdü, en az ifadesi kadar. “Evrende adil olan üç şey say Gilberto ve sonsuza kadar senin olayım.” Cevap alamayacağını biliyordu. Asla tam cevap alacağı şeyler sormazdı, sivri bir zekaya sahipti. Bazen Gilberto'ya acıyor, ardından da vazgeçiyordu. Kendiyle birlikte olması için ona para vermemişti. Üstelik İtalyan aksanı ve vücut kasları onu çok da cezbetmiyordu. İki fıçı bira için bedenini teslim eden kadınlar ya da onları döven erkekler görmüştü. Evrendeki acıların çoğunu tatmış, çoğu şeye tanık olmuş ve karşı çıkmadan, öylece izlemişti. Sessizliği severdi, suçlarını örtbas etmek için çoğu zaman bunu kendine neden olarak seçerdi. Sadece azizliğe uğramışlığın tadını çıkarıyordu. Kısa bir süre de olsa bunu çekinmeden yapıyordu.
Genç adam doyumsuzdu. Hiçbir zaman kız kadar zeki olamayacak olması canını yakıyor, bir yandan da onun insanüstü olduğunu düşünüyordu. Haklıydı da, o bir cadıydı. Hem de soyadı Slytherin'di, kibire boyanmayı dilemiş; ama Tanrı -ya da Merlin, tamamen inançsızdı- tarafından en arka sıralara itilmişti. “İstediğin kadar mantıklı konuş, hiçbir zaman yeteri kadar iyi olamayacaksın Bonita. Düzen adil değil, bunu sen dedin, niye yaşıyorsun o halde?” İroniyle kaplanmış cümleler, yitik bedenler ve zihinler. Tek eksik biraz şarap ve ekmekti. Gilberto'ya bağlı değildi, onsuz yaşayamayacağını falan da düşünmüyordu. Sadece dost edinemediği gerçeğini, duru güzelliğiyle bir erkek arkadaş edinerek, biraz olsun ertelemişti. Belki yıllar sonra duyumsayacağı bir melodi ya da okuyacağı satırlarda gözünün önünde belirecek olan görüntüler çocuğa ait olabilirdi. Ümit. Birleştirilmemiş olsalar da içinde ümit parçaları ya da tozları vardı. Sesinde olması gereken itirazı da kaybetmişti, kaybetmekten kaçınmazdı. “Adil değil dedim, yaşamayacağım demedim.” Kelimelerle adeta sevişilen kitaplar okumuştu Bonita. Genç adamın okumadığına emin olduğu kitaplar. Çalıntı kelimelerle gözünü korkutmayı seviyordu. Gilberto'yu denek olarak kullanmak, onu rahatsız etmiyordu. Slytherinler'den kaptığı tek şey serinkanlılık olmuştu. “Hiç birbirimiz için yaratıldığımızı düşündün mü?” Diyerek bozdu genç adam uzun süren sessizliği. Çıplak ayaklara batan kırık cam şişeleri, duvarları bürümüş yosunu ve kızıl gökyüzünü düşünüyordu Bonita. Cüretkar düşüncelerden çok, saf hayallere sahipti. Cümlesi onu gülümsetti. Böyle düşünüyor olamazdı. Genç kız büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Yanlış adama peri tozu bahşetmişti; ama bunun hüznünü yaşayamayacak kadar bitkindi. Yüzündeki gülümseme kayboldu ve sesine de kaybolmuş umutlar yansıdı. “Hayır, Gilberto, lütfen. Anne ve babalarımızın tatmini için doğduk.” Fazlasıyla somut olan bu kavram, yıllardır kullandığı başka bir bahanesi olmuştu. Genç adam, önceden bunu direkt sormamış olsa da, genç kız, çaktırmadan buna benzer cevaplar iliştirmişti. Çocuğun kabullenmekten başka şansı yoktu ve öyle de yaptı. “Evet, doğru. Beni son kez öpecek misin?” Bu kadarını kaldıramazdı. Valizin üzerinden indi, valizi doğrulttu ardından derin bir nefes aldı. Burayı özlemeyecekti ve bu ona acı veriyordu. En lezzetli yaz meyvesi gibi kokan çocuğu da şöyle bir ciğerlerine doldurdu. Enfesti, onu seçiş nedeni de sadece buydu: Tutku. Bunu kabullenmiş olmak sarsılmasına neden oldu. Egolarına yenik düşenleri sevmezdi, onlardan biri olmayı kendine yedirememişti. Bu işe bir son vermeliydi. Cümlelerini harfi harfine hatırlayacaktı. “Bunun öyle bir veda olmaması gerek. Her gece kapının arkasından çıkmayacağım. Unutma: Ne ben senin kadının oldum, ne de sen benim erkeğim.”
Geçmiş, umulmadık anlarda akla gelmemeliydi. Kim olduğunu bilmese de kim olmadığını biliyordu: Geçmişi kolayca silebilen biri değildi. Ensesini yalayan rüzgar eşliğindeki melodik sesle kendine geldi. “Asaletim, sadece aşkının tapınağına girdiğimde olacak içimde. Bir gün yıkılırsa bedenin başka ülkelerin çamurlu evlerinde, bil ki bütün denizleri ayaklarına dökeceğim.” Kafasını sesin kaynağına çevirmeden önce aklından sürüyle düşünce geçti. Neredeyse gece yarısı olmuştu ve kütüphanedeydi. Repliğin ona yabancı gelmemesine şaşmamalıydı; zira önünde Romeo ve Juliet açıktı. Körpe görevliye baktı ve gülümsedi. Yüzünde fazlasıyla memnun olmuşluk vardı. Önündeki kitabın tozlu sayfalarını hafifçe okşadıktan sonra kapadı. Oturduğu sandalyeyi yavaşça geriye çekti ve ayağa kalktı. Nereden aldığı belli olmayan bir cesaretle adama yaklaştı ve mırıldandı. “Eğer sevgin azalacaksa gittikçe çoğalan aşkımdan, bırak avcılar çıkarsın kalbimi yerinden! Sök at ne varsa: Çamura bulanmış sevdaları, bu dağların ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi! Yok et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden kalan.” Adamı belli etmeden süzmeye başladı. Sarı saçları o kadar mükemmeldi ki, ellerini saçları arasına daldırmamak için çırpınıyordu. Gözleri o kadar derindi ki, vücuduna bir ürperi dalgası konuk etmişti. Epeyce uzundu ve düzgün bir fiziği vardı. Muhteşem. Tek kelimeyle muhteşemdi. Bir an Gilberto'nun teorisine bile inanmıştı. Gülüşüne misliyle karşılık verdi. Tekrar konuşmaya başlayınca kalbi falan durmadı, yine de etkilenmeye devam etti. “Romeo, ha? En sevdiklerimdendir.” Muggle düşmanı büyücüler bulmak pek zor değildi; ama bir kütüphane görevlisinin muggle kitaplarından nefret etmesi düşüncesi bile garipti. Ona yakıştırmalar yapmayı bırakarak, yanıtladı genç adamı. “Ah, sahi mi? Benim de öyle.” Başta tattığı kolay tav olmuşluk onu rahatsız etti. Belki de bir şeylerle uğraşıyor gibi görünmesi iyi olurdu. Ne şanstır ki uğraşacak hiçbir şey bulamamıştı. Hem bir şey yaparken, başka şeylerle uğraşmayı sevmeyen de kendisi değil miydi? Kişiliğini sorgulaması garipti, çocuğun ona düşündürttükleri de öyle. Çocuğu ve sessizliği dinledi. Bu ikili hoşuna gitmişti. “Ben Jaden.” Jaden. Gerçekten de güzel bir isimdi. Ona çok önemli şeyler hatırlatmıyordu; ama hoştu. Çocuğa asıl ismiyle cevap verme dürtüsü onu epey zora sokmuştu. “Glenn.” Stephan'ın deyimiyle: Glennglenn. Kız neredeyse sırıtma derecesine erişmişti. Silkelen ve kendine gel.
Elini uzattı genç kız. Adamla elleri buluşunca afalladı; ama bunu belli etmemekte ısrarcıydı. Elinin orada saatlerce kalmasına izin verebilirdi. Çenesini bu derece tutamaması kesinlikle olağan değildi, Steph burada olsaydı, kendisiyle dalga geçmesi için ona iyi bir malzeme vermiş olacağı kesindi. “Quidditch takımındaydın, değil mi? Sana deli olan bir sürü kızla aynı tribünde oturmaya öyle aşinayım ki.” Ardından tekrar gülümsedi. Quidditch oynayan erkekler -ya da başka erkekler- Glenn'in pek ilgisini çekmezdi. Balo için birkaç çocuktan teklif bile almıştı; ama hepsini de reddetmişti. Aykırı olma isteğinden mi bilinmezdi; ama şimdi tüm buzullar eriyordu. Deliriyor olmalıydı, cümlesi tamamen tesadüf eseri ağzından doğru olarak çıkmıştı. O ana kadar onu ilk kez görmüş gibiydi. Mekan ve değişim, onun çekimine kapılmasını sağlamıştı. Elleri hala birlikteydi, bu bir rüya olmalıydı. Belki de bu sadece sıradan bir fanteziydi; ama kendini çimdiklemekle vakit kaybedemeyecek kadar meşguldü. Gözlerini kaçırarak mırıldandı, bunu çoğu zaman yapardı. “Aslında quidditch oyuncusu olacağını tahmin etmiştim.”
- IV.:
Hiç bomboş hissetiniz mi? Darchelle Dubois, günün on yedi saatini boş hissederek geçirirdi. Geri kalan zamanlarda uyur ya da insan öldürürdü. Kontrol edemediği egoları, deli haşmi ya da ele geçirilmesi imkansız bir iradesi yoktu. Bunun, günün birinde getireceği zevke Tanrıça’dan çok inanırdı. Bir sürü kitap okumuştu genç kız. İki fıçı bira için kadın döven adamlara her satırda nefret beslese de, ilk cinayetinin sebebi buydu. Kitaptaki gibi huzur getirip getirmeyeceğini görmek istemişti. Yazar haklıydı, getirmişti. Getirmekle kalmamış, kıza huzur sağlayan tek şey bu olmuştu. İnançlarını, duygularını, kendini kaybetmişti ve suçluluk duyamayacak kadar günaha bulanmıştı. Yalnızdı, günün yirmi dört saatinde de, haftanın yedi gününde de. Fazlasına Darchelle izin vermiyor değildi: Bilinmeyen ezgi gibi kendini tarihin puslu sayfalarına gömmemiş, insanların ona erişimini kısıtlamamıştı. Yine de zincirleri kırıp, duvarı aşmaya çalışan kimse olmamıştı.
Efsanevi ‘Caine’ aklına geldi. Kitaplara büyük ilgi duyardı. Adem ve Havva’nın üç oğlundan biri olan Caine’in hikayesi o kadar acıydı ki. Bir gün Adem, oğulları Abel ve Caine’den, yaratıcılarına minnetlerini sunmaları için bir kurban istemişti. Caine, en tatlı meyvelerini, en olgun bitkilerini getirmişti. Abel ise en genç ve güçlü hayvanını kurban etmişti. İki kardeş de kurbanlarını Adem’in ocağına koyup, ateşe vermişlerdi. Duman, onları yavaşça yukarı doğru götürmüştü. Abel’in kurbanı tatlı bir koku yayıp kabul edilirken, Caine’inki kabul edilmemişti ve Caine sert bir şekilde azarlanmıştı. Caine ağlayıp, gece gündüz yukarıdakine dua etse de, gelecek kurban vaktine kadar hiçbir şey değişmemişti. Darch’ın gözünde Tanrı ya da Tanrıça inancını sıfırlayan şey buydu. Diğer kurban vaktinde, Abel yine en güçlü ve genç hayvanlarından birini öldürmüştü. Caine ise eli boş gelmişti; çünkü kurbanının istenmeyeceğini düşünmüştü. Caine’in neden kurban getirmediğini soran Abel, dakikalar sonra kalbine saplanacak mızraktan habersizdi. Caine hayatta en çok sevdiği şeyi kurban etmişti: Kardeşini. Bu olayın üstüne cennetten atılmıştı ve kendini Nod denilen bir yerde bulmuştu. Nod kadar karanlık bir yerdeydi Darchelle. Hikayenin devamı başını ağrıtıyordu. Ölüm meleği Uriel’ın ağzından konuşan Tanrı’nın kelimeleri kulaklarında defalarca yankılandı: ‘Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar; fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!’ Eğer bir vampir olmasaydı, buna inanırdı. Bazı kitaplar o kadar inandırıcı oluyordu ki, Darch varlığından şüphe duyuyordu.
Seattle’daki koruluktaydı. Baykuş sesleri eşliğinde evreni dinliyordu. Kendi kadar yalnız bir şey varsa, o da evrendi. Yaprakların hışırtılarını başta önemsemese de, birkaç dakika sonra önemsemek zorunda kalacaktı. Karşısındaki adam her şeyden habersiz ve savunmasızdı. Öylece oturmuş, sigara içiyordu. Anlaşılan planlarında biraz değişiklik yapması gerekiyordu genç kızın. Gizlice adama ilerleyecek ve birden boynuna yapışacaktı. Böyle sadece kanını değil, cinsel arzularını da emiyor gibi hissediyordu. Darch bir sapık değildi, belki de öyleydi, kim bilir. İlk adımını atmıştı ki, yalnız olmadığını fark etti. Bir progu. Hem de oldukça hoş bir progu. Bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Profesyonellikle dişlerini adamın gırtlağına kenetleyip, yoğun kanında şehvet arayışına çıkacakken, durdu. Progu, kendisine bakarken yapamazdı. Yüzünde bir parça hayal kırıklığı oluştu. Ardından adamı, arkasındaki proguya sunmaktan çekinmedi. Ekmek ve şarap gibi. Sadece hoş olduğu için miydi bu duraksama? Narin bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle adamı kaldırdı ve proguya ilerledi. Ne tepki vereceğini bilmiyordu; ama korku, onu yıllar önce terk etmişti. Adamı yavaşça bırakırken, onun için garip kaçacak bir ilahi mırıldanıyordu. Melodisi bayat bir ilahiydi; ama aynı zamanda kökenlerinin ne olduğunu kestiremeyeceği kadar eskiydi ve tarih kokuyordu. Bunu büyükannesinden, hatta bir sokak çocuğundan bile duymuş olabilirdi. Ne olduğunu biliyordu: Geçmişe özlem ya da pişmanlık barındırmıyordu, sadece arınmışlık ve huzurdu. Bu ona öyle bir huzur veriyordu ki: İnançsızlığını ilahilerle örtebiliyordu. Adam çığlıklar atarken, Darch ayağını, adamın eline bastırdı. Proguya kaçamak birkaç bakış attı, tepkisini ölçmeye çalışıyordu. Açıkçası hangisini koyacağımı seçemediğimden dört tane koydum, en yenisi: İlk koyduğumdur. Hangisini isterseniz onu inceleyin, fark etmez. ^^' | |
| | | Cynthia Aristide Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 695 Yaş : 29 Kayıt Tarihi : 09/12/10
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Perş. 10 Mart 2011, 19:21 | |
| Kabul edildi. Yıldız seviyeniz ***** | |
| | | Mira Eunice Peccatoris Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 37 Kayıt Tarihi : 26/04/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Çarş. 27 Nis. 2011, 18:12 | |
| Karakterinizin Adı ve Soyadı: Mira Eunice Blackraven Karakterinizin Yaşı: 382 Irkınız: Vampir Dükkanınızın İsmi ve Açılacağı Yer (Hogsmeade vs..) : Fangtasia / Blood Pasion (Sahibi olacağım tabii ki) Yeni bir dükkan ise Betimleyin : Cafe kasfetli; ama bir o kadar eğlenceli bir kafedir. Cafe toplam üç katlıdır (mümkünse üç ayrı forum istiyorum, zemin kat, bodrum kadı ve ikinci kat diye) Zemin kat, genellikle sıradan vampirlerin ve diğer ırktan arkadaşlarının uğradığı, modern ve hoş görünümlü bir kafedir. Bodrum katı, özel bir girişi bulunan bir yerdir. Şifreli girilir. Kaçak vampirler ve suçlular özel buluşma olanı olarak burayı tercih ederler. İkinci kat ise kumar alanıdır. Aynı zamanda pavyon özelliği de göstermektedir. Rp Seviyesi : ***** | |
| | | Elizabeth Rose Wayland Konsül Temsilcisi | Gölge Avcısı
Lakap : Lizbeth Mesaj Sayısı : 2356 Kayıt Tarihi : 11/07/10
Karakter Detayı Statü: Site Kurucusu Uyarı: 0/0
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Çarş. 27 Nis. 2011, 19:03 | |
| Trail of Blood - Bölgesinde bu tarz bir yere ihtiyaç vardır orada açıyorum | |
| | | Leana Laudler Lütfen rütbe edinin, yoksa oyuna dahil olamazsınız!
Mesaj Sayısı : 8 Kayıt Tarihi : 20/06/11
Karakter Detayı Statü: Uyarı:
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Ptsi 20 Haz. 2011, 16:22 | |
|
Karakterinizin Adı ve Soyadı: Leana Laudler Karakterinizin Yaşı: (22 yaş ve üstü olmalısınız) 27 Irkınız:Cadı Dükkanınızın İsmi ve Açılacağı Yer (Hogsmeade vs..) : ( Var olan bir dükkanda çalışmak istiyorsanız belirtin) Mornië /Hogsmeade Hangi Dükkanda ve Hangi Mevki de çalışacaksınız (Patron/Çalışan) :Patron. Yeni bir dükkan ise Betimleyin: Dükkanın ismiyle örtüşen bir yerdir. Kapısı bir zindan kapısını andıran, parlak bir kapıdır. İçeriye girdiğinizde duvarlar siyah renktir. Siyah rengin üstüne beyaz çiçek ve daire desenleri ortamı modernleştirdiği gibi karanlık havayı az da olsa kaldırmaktadır. Siyah duvarları ve zindan kapısını andıran bir girişi de olsa, arka tarafında cenneti arındıran ve her renkte çiçek bulunduran bir bahçesi vardır. Bahçe ve içerisi pek ayrı değildir. Yerlere kadar uzanan camlar içeriyi fazlasıyla aydınlatmaktadır. Camdan giren fazla ışığı azaltmak için beyazlı ,siyahlı desenleri olan kısa saydam sayılabilecek perdeler kullanılmıştır. İçi bir hayli geniştir. Canlı müzikler bile olabilir. Dans edilebilecek harika bir dans pisti vardır. Ama gündüzleri cafe, geceleri bar olarak kullanılmaktadır. Örnek RP: Desiree Schult'ın ikinci üyeliğidir *****
| |
| | | Victoria Morgenstern Çember
Lakap : Vicky Nerden : Alacante Mesaj Sayısı : 844 Kayıt Tarihi : 13/07/10
Karakter Detayı Statü: Üye Uyarı: 0/0
| Konu: Geri: Dükkan Sahibi olmak için; Ptsi 20 Haz. 2011, 17:50 | |
| Rütbeniz verilmiştir. Dükkanınız acılmıştır. | |
| | | | Dükkan Sahibi olmak için; | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|